İSTANBUL EFENDİSİ veya OSMANLI CENTİLMENİ

İstanbul efendiliği bir Allah vergisidir. Zorlanarak, taklit ederek elde edilecek bir mevki değildir. İmparatorluğun kültürü, payitahtında (başşehrinde) tecessüm eder. Nezaket ve estetik, saraydan payitahta, oradan da memlekete yayılır. Başşehir, memleketin numune-i imtisalidir. En tatlı lehçe orada konuşulur; en hoş giyim buradadır; en kültürlü insanlar burada görülür. Bu, asırlar boyu imbiklenerek rafine hâle gelmiş bir şeydir. Payitaht, ülkenin hülasasıdır, özüdür. Roma, Londra, Viyana, Berlin ve İstanbul birer kültür ve medeniyet merkezidir. Hele İstanbul'un hâli, hiçbir yere benzemez. Seneler evvel Şam'ın meşhur Hamidiye çarşısından geçiyordum. Dükkâncının biri, "Akmışa İstanbulî (İstanbul kumaşları)" diye bağırarak malını satıyordu. Yanına yaklaştım. "Beyabiciğim, Şam'ın üç şeyi meşhurdur: Tatlısı, kızı, kumaşı. Hâl böyleyken siz İstanbul kumaşı mı satıyorsunuz" diye sordum. Adamcağız şaşırdı. Sonra izah etti. İstanbul kumaşları, İstanbul'a lâyık, yani fevkalâde güzel kumaşlar demekmiş. İstanbul malı kumaşlar değilmiş. Şam'da kaldıkça İstanbulî tabirinin büyük bir övgü kelimesi olduğunu iyice öğrendim. Kahire'de Ezher yakınındaki meşhur Fişâvî kahvehanesinde oturup kahve içiyorduk. Bir ara arkadaşlar aralarında birisinden bahsederken, "Vallahi eş-şahs İstanbulî" dediler. "Kimmiş bu İstanbullu şahıs" diye merakla soracak oldum. Anladım ki bahsettikleri şahıs İstanbullu felan değilmiş. Kibar, terbiyeli, kültürlü, şık kimselere böyle söylerlermiş. Rafine İstanbul kültürü Büyük şehir, hele payitaht, halkını kendisine layık olmak üzere terbiye eder; onları muayyen kalıplara sokar. Buraya gelen, zamanla kendisini bu kültüre uymaya mecbur hisseder. Aksi takdirde intibak edemez, şehir onu bünyesinden atar. İşte bu rafine İstanbul kültürünü şahsında toplamış kişiye de ''İstanbul efendisi'' denirdi ki bugün bile yüksek bir övgü tabiridir. İstanbul efendisi, numune bir şahsiyettir. Moda tabirle 'rol model'dir. Kültürlü ve terbiyelidir. Güler yüzlü ve kibardır. Güzel ve doğru konuşur. Zevk-i selim sahibidir. Hatırnazdır; yük olmaz, ama yük çeker. Müsamahakârdır. Mütevazıdır. Haysiyetine düşkündür. Herkese iyilik etmek ister. Paraya, mala kıymet vermez. İyi huylu, geçimlidir. Kimseyi incitmez, hatta her işinde kimse incinmesin diye çırpınır. Zekidir, en müşkül meselelerden kolayca çıkmaya muvaffak olur. Dindardır; ama ham sofu ve kaba yobaz değildir. Dinini iyi bilir ve iyi yaşar. Kendisini gören, temsil ettiği her şeye gayriihtiyari hayran olur. Çelebi ve kemâlî tabirleri, ona yakışır. Bu kadar iyi vasfın, bir kimsede bir araya gelmesi kolay değildir. Geldiyse, o zât pek kıymetlidir. İşte din, ahlâk ve geleneklerle teşekkül eden Osmanlı cemiyetini, şahsında yüksek seviyede tecessüm ettiren, odur. İstanbul efendiliği, "evvela siz, sonra yine siz" esasına dayalı tasavvuf kültüründen yoğrulmuş bir hamurdur. Bunun hanımlar arasında muadili vardır ki, "Osmanlı hanımefendisi" diye anılır. Öyle bir efendilik var ki İstanbul efendisi karşısındakine hürmet telkin eder. İnsan onu sevmekten, ona hayran olmaktan, ona hürmet etmekten kendisini alamaz. Bu, fıtrî bir meziyettir. Zorlanarak, taklit ederek elde edilecek bir mevki değildir. Aksi takdirde yapmacık olur, pek sırıtır. Sultan II. Mahmud devrinin ilk senelerinde zorbalara dayanarak idareye hâkim olan meşhur bir Halet Efendi vardı. Sevdiğini yükseltir, sevmediğini yere batırırdı. Vakar ve haysiyetine düşkün defterdar Moralı Osman Efendi'yi de sevmezdi. Bunu da herkes bilirdi. Defalarca makamından edildi, sürgünlere yollandı. Bir defasında Halet Efendi, İzzet Molla ile otururken, Osman Efendi'nin geldiği söylendi. Halet Efendi. Hemen sofaya kadar koşarak kendisini karşıladı. İzzet ve ikramda bulundu. Giderken de merdiven başına kadar inerek teşyi etti. Bu hareketi İzzet Molla'da hayreti mucip oldu. Halet Efendi, "Elinden mevkiini, mansıbını, rütbesini, hatta ekmeğini bile aldım. Lakin üzerinde bir "Osman efendilik" var ki, işte onu alamıyorum. Onun için gördükçe iltifata mecbur hissediyorum" dedi. Son devrin kendine mahsus şahsiyetlerinden İbnülemin Mahmud Kemal Bey vardı. Bürokratlık yapmış; kıymetli eserler kaleme almıştır. Çok kültürlü, hoşsohbet, terbiyeli, dindar, mütevazı, hatır gönül tanır bir zâttı. Ama bir huyu vardı ki, çok asabi ve biraz da kendini beğenmişti. Kızdı mı, kimseyi gözü görmezdi. Bu sebeple, şair onun için, "Hezar gıpta o devr-i kadim efendisine" demiş; ama İstanbul efendisi tabiri kullanmaktan imtina eylemiştir. Efendi dâîmiz Osmanlılarda belli zümre mensupları, efendi unvanı ile anılırdı. Bütün ilmiye sınıfı, şeyhülislamdan en alt kademelere kadar efendi unvanını taşırlardı. İlmiye sınıfı dışında sayılan câmi ve tekke mensuplarına da umumiyetle efendi denilmiştir. Tanzimat'tan evvel İstanbul kadısına, İstanbul efendisi; reisülküttaba, reis efendi; şeyhülislama, müftü efendi denirdi. Padişah, şeyhülislama "efendi dâîmiz" (duacımız) diye hitap ederdi. Yeniçeri efendisinin, yani kâtibinin ofisine efendi kapısı denirdi. Tanzimat'tan sonra veliahd dâhil bütün şehzadeler efendi diye anıldı. Askeriyede, binbaşıdan küçük rütbeli subaylara, yani teğmen ve yüzbaşılara efendi denirdi. Binbaşı olunca, kendilerine bey diye hitap edilirdi. Bunlar harbiye mezunu subaylar içindi. Alaydan yetişme subaylara ağa denirdi. Orta ve yüksek tahsil talebelerine de muallimleri tarafından isimleriyle hitap edilmez, efendi denirdi Bu kelime başka unvanlardan sonra da getirilip, nezaket maksadıyla yapılan bir mübalağa teşkil ederdi. Sultanefendi, paşaefendi, ağaefendi gibi. Bugün yalnız beyefendi ve hanımefendi tabirleri yaşamaktadır. Efendi adam, efendiden adam tabirlerindeki mana da kelimenin nezaket mübalağası olarak kullanılmasını izah eder. 1908 Meşrutiyeti'nden sonra efendi unvanının derecesi biraz daha düştü. Zamanımızda ise bey denilemeyen kimselerin