Kültür: Kent-soylu zaman ve mekân

İki düğümden söz açmıştım, ki hâlâ çözülmeyi bekliyor, ki çözülemese bile bize yeni 'sorunların' kapısını açarak farklı yollardan da yürünebileceği bilgisini veriyor. Birinci düğüm şuydu: Freud'un babalığını yapıp 'icat ettiği' psikanalizle, örneğin, 'hasta' olan Tibetli ya da Kongolu 'tedavi' edilebilir mi İkinci düğüm: "İçgüdüyü doğal veri olarak değil, beden ile nüfusu denetlemeyi sağlayan kültürel mekanizmalar arasındaki bütün bir karmaşık oyun, bütün bir şekillendirme olarak düşünmek gerekir." (1) Birinci düğümü ben "Hayır" diyerek çözmeye girişiyorum. Zira Freud'un psikanalizinin 'evrensel' ölçütlere sahip olmadığını, ama her ne hikmetse kendi bulunduğu 'yer'in içinde ve sınırlı çerçevesinde 'icat ettiği' bu ruh-çözümleme yaklaşımını sanki 'evrensel bir özne'den söz ediyormuş, böyle bir özneden yola çıkıyormuş gibi sunma cüretini gösterdiğini ileri sürüyorum: Psikanalizin ürediği ve geri kazandığı özne bütünüyle Batı felsefesinin, kültürünün, sanayileşme dönemi koşullarının, kapitalizm, liberalizm ve Hıristiyanlıkla yoğrulmuş bir öznedir: Demem o ki, 'yerel'dir. Evrensel değil. Bütünüyle kapitalist üretim tarzının, alışverişinin ve onun yarattığı ilişki biçimlerinin ve bu ilişki biçimlerinin kendisi üzerinde gerçekleştirdiği, ve böylelikle yarattığı öznenin tezahürü ve sonucudur. Psikanaliz kentlidir, kapitalisttir, liberaldir ve tıpkı Hıristiyanlık inancında olduğu gibi, artık belki de ne zaman işlendiği hatırlanamayan bir 'günah ve suçluluk bilinci' üzerinde yükselir. Psikanaliz, vaftiz etmeye yeltenir, psikanalist günah çıkartan papaz, muayenehanesi günah çıkarma hücresi, 'hasta' da günah çıkartması gereken günahkârdır. Sözü kısa keselim: Psikanaliz Batı kültürünün önce 'varsaydığı', sonra 'yarattığı', en sonunda da 'gerçek kıldığı' imge-insan projesiyle kendini var kılar: Kendin çal, kendin oyna!Neden böyle uzun bir psikanaliz ve onun varsaydığı özneden söz ederek başladım Şundan: Kent-soylu kültür ve yaşam biçiminin kurgusal olması gibi. Kendisi bir gerçeklik 'kurgular', sonra da bu kurgusallığı 'doğallaştırmaya' çalışır.Geçen yazıda, kentte zaman'ın değil süre'lerin bulunduğu, insan-yapımı bir ortam olan kentin kendi hiyerarşik perspektifini sanki tek gerçek ve hatta geçerli perspektif olarak yaygınlaştırdığını (şimdilerde küreselleştirmeye yeltendiğini!) belirtmiştim. Peki ya bozkırlar, ah o atlara binen bozkırlar Orada zaman dünyanın güneşin çevresinde dönüş hızıdır; o hızla akar, ne daha hızlı ne daha yavaş, ne kadar hızlıysa o kadar hızlı. Kentte ise hızı, yapılan iş belirler. Ah o bozkırlarda, mekân insan-yapımı değildir de doğaldır (kentteki gibi doğallaştırılmış yapaylık değil!); her varlık kendine içkin boyutlarıyla vardır; hacmi kadar. Görkemliliği enginliği insanın içini coşkun bir özgürlükle şişirir ve genişletir; karşıdaki sıradağlar onu gördüğümüz yerden ne kadar uzaktadır, bunu ancak oraya vararak öğrenebiliriz; bu da bozkırda bilginin ancak ve ancak deneyimle elde edilebileceğini, ama asla hazır bilgilere, malumatlara dayalı bilginin deneyim sayılamayacağını ima eder. Bozkırda dil de yalın, sade, gösterişsizdir; kendi yapay kavramlarına dayalı fetişist ve tüketilme arzusuyla