Cumhuriyetimiz kaçıncı evrede

Bugün Cumhuriyet'in 99. yıldönümünü idrak ediyoruz. Hepinizin Cumhuriyet bayramını kutlarım. Cumhuriyetle kavgalı bir toplum değiliz. Ama kuruluş aşamasından itibaren birkaç cumhuriyet modellemesi yaşadığımızın farkında olmayan ve cumhuriyeti sık sık 'Batılılaşma' ile çokça da 'demokrasi' ile karıştıran bir toplumuz. Sokaktan geçen elli kişiye cumhuriyeti sorsak, cumhuriyetin asıl ayırt edici niteliğini söyleyemez. Kimi "Cumhuriyet olmasaydı kadın hakları olmazdı" der. Kimi "Cumhuriyet olmasaydı demokrasi olmazdı, kendi kendimizi yönetemezdik" der. Onlara bazı Avrupa krallıklarını, İngiltere'yi ve Westminister modelini ayaküstü anlatmak da kolay olmaz. İşin doğrusu cumhuriyet olmadan demokrasi olur. Örnek İngiltere anayasal monarşidir, kral ya da kraliçenin gücünün sınırlı olduğu iddia edilse de, uluslararası ilişkilerde aktör oldukları bilinir. Buckingham kabarık masraf listesiyle sık sık tartışma konusu olsa da, genel olarak milletin geçmişini geleceği bağlayan bir devamlılığın temsili olarak görülür. İspanya, Norveç, İsveç, Danimarka, Hollanda da krallıktır, parlamenter demokrasi çerçevesinde "anayasal monarşi" ile yönetilirler. Kral'ın siyasi gücü sınırlı ve daha ziyade simgeseldir. Bu ülkeler krallığın devam ettiği ancak parlamenter demokrasinin de yaşadığı hatta şeffaflık, denetlenebilirlik, kamuoyuna hesap verebilirlik, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi cihetlerden demokrasinin olabilecek en iyi örnekleri arasında sayılırlar. DEMOKRASİ OLMADAN CUMHURİYET OLUR MU O da mümkün. Oluyor. Bakınız İran. İran İslam Cumhuriyeti. İran'da devleti temsil mahiyetinde de olsa iktidarını kan ve soy bağına borçlu olan bir hükümdar yoktur. Yönetici seçimle iktidara gelir. Millet meclisi vardır ve hukuk devletidir, hayatın her alanı kanunlarla belirlenmiştir. Suçta ve cezada kanunilik ilkesi çalışır. Devletin ve toplumun ihtiyaçları yasama faaliyetinin motivasyonunu oluşturur. Ancak kanunlar dine, (şia mezhebine) ve örfe aykırı olamaz. Bu yerindelik denetimi de mollaları yasama faaliyetinin önemli bir parçası haline getirir. Kanunun uygulanışı güvenlik güçleri tarafından sağlanır ve denetlenir. İran'ın baskıcı bir rejim oluşunu sağlayan etmenler sadece kanun koyucunun yasaları dine dayandırmasından değil, İran devletinin tarihte yaşadığı iç çalkantılar ve dış müdahalelerden dolayı katı bir ulusçuluğu milli kimliğin parçası haline getirmesiyle ilgilidir. Halkın özgürlük talepleri "Bunlar dış güçlerin oyunu" kalkanıyla püskürtülür. Kadınların başlarını açma isteklerinin rejim tarafından sert bir şekilde bastırılması da esasında bir tarafıyla bununla ilgilidir. Rejim bir kere taviz verir ve yumuşarsa, demokratik talaplerin ardı ardına geleceğini ve rejimin karakteristiğinin değişmek zorunda kalacağını bilmektedir. Ancak 'baskıcı' niteliğinden vazgeçmesi zordur. Zira demokratik reformlar çevre ülkelerde dini ve mezhebi aidiyeti kullanarak nüfuz temin eden rejimin ulusçu niteliğini de, yayılmacılığını da tehlikeye sokacaktır. Kimileri diyecektir ki, İran despot bir rejim çünkü o bir teokrasi. Dine dayalı devlette demokrasi nasıl yaşansın Demokrasinin sağlam olması için devletin seküler olmasına ihtiyaç duyulduğu doğru. Ama Rusya da seküler bir devlet (yarı başkanlık sistemli bir federatif cumhuriyet) ama Rusya'da da baskı rejimi var. Hakeza, isminin içinde 'demokratik' geçen, ırsî diktatörlük olması hasebiyle cumhuriyet olması da imkansız olan 'Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti' de seküler, dine dayanmayan bir devlet ama dümdüz diktatörlük. Çin hakeza seküler bir cumhuriyet, tek parti devleti ve demokrasinin soluk alıp verdiği bir üke değil. Demokrasi olmadan 'cumhuriyet' olan ülkelere de, cumhuriyet olmadan demokrasi ile varolan ülkelere de örnekler çoğaltılabilir. Bizim meselemiz Türkiye. Türkiye krallıklar ve cumhuriyetler arasında demokratik kriterler açısından nasıl bir skalada durmakta Şöyle özetleyebiliriz: Cumhuriyet olmayan birçok batılı liberal demokrasiye oranla geri, bölge ülkelerine oranla da ileri bir durumda. 1924'ÜN 2017 SÜRÜMÜ Bizim mahallenin cumhuriyet fikrinden pek hazzetmeyen entelektüellerinin AK Parti devletle iç içe geçip gerçekten 'muktedir' olana kadar tartıştığı bir meseleye kısaca değinmek isterim. Denilirdi ki, "Biz de tıpkı Batılı ileri demokrasiler gibi saltanatı ve onun uhdesinde hilafeti koruyarak güçlü bir parlamenter demokrasi modeli inşa edebilir, pekala tarihiyle bütünleşmiş, sert kültürel kopuşlar yaşamamış, dolayısıyla ilerlemesi sağlıklı, modernitesi kendisine özgü bir ülke olabilirdik" Özetle "Padişahlıkla beraber hilafet de kalsaydı ama sembolik makamlar olsalardı şu an tarihiyle, kendisiyle ve birbiriyle daha barışık bir ülke olurduk" diyen bu görüş muhafazakar entelektüellerle beraber liberaller arasında da karşılık bulan bir görüştü. Ancak şöyle bir zayıf tarafı vardı. Bir yüzü Ortadoğu'ya bakan bizim coğrafyamızla, iktidara şerik çıkmasın diye kardeş katlini bile mübah sayan Osmanlı'nın gücün bölüşülemez olduğu ictihadındaki keskinlik ile, o padişah sembolik kalmazdı.Güçlü bir meclisin yaşam şansı kalmaz, dahası sembolik de olsa bir halifenin olduğu yerde tevhidi tedrisat gibi adımlar atamazdınız. Bunlar 'passe' tartışmalar artık, ama ülke gül bahçesi olduğu için değil. Bugünün İslamcı (Ak Parti) Sağ milliyetçi (MHP, BBP) Kemalist ulusalcı (Müesses nizam Sivil askeri bürokrasi ve devlet dışı uzantıları) kısaca neo ittihatçı iktidar bloğunun parçası olan AK Parti'de, artık böyle bir zihin jimnastiğine ihtiyaç kalmadığı için. Çünkü Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ve Batı tipi modernliği tepeden inmeci bir anlayışla topluma dayatarak kabul ettiren tarzı siyaset, estirilen seküler rüzgarlar muhafazakâr dindar halkta öyle bir direnç oluşturdu ki, o direnç AK Parti'yi 20 yıldır ayakta tutuyor. Sadece ayakta tutmuyor. Erdoğan'ın meşhur rabiası, cumhuriyetin ilk yıllarındaki kadar keskin bir ulusalcılığın Cumhur İttifakı'nda yaşadığını anlayıp gelen Mehmet Ali Çelebilerin de desteğiyle, 1924 anayasasındaki kurguyu yeniden modelleyip kapıları siyasetin üzerine kapattı. Milletin yarısını içeri, yarısını dışarı kilitledi. Normal şartlarda bunlar üzerine zihin jimnastiği yapma sırasının muhalefete gelmesi gerekirdi, ama muhalefet için de cumhuriyet tarihinin neredeyse tamamı tabu ve resmi tarihçilerin olağan alışkanlıklarının güdümünde milletin egemenliğini neredeyse 1924 Anayasasından başlatıyorlar. Hem de, 1923'te Cumhuriyet'i ilan eden anayasa değişikliği Cumhuriyet'in kuruluşunun, başlangıcının tarihini 23 Nisan 1920'ye çekmiş olmasına rağmen. Bu durum, cumhuriyetin ilk kurucu iradesinin yansıdığı 1921 Anayasasındaki esnek, farklı halk konfigürasyonlarına yer veren, özerkliğe atıf yapan ve ülkenin din ile bağını bir veri, bir 'fact' olarak gören, tek bir etnisite dayatmayan çoğulcu meclise övgü anıtı olarak orada hala durmakta iken. Hülasa hiçbir zaman "Acaba padişahlık sembolik olarak da olsa kalsa mıydı, bizim de bir aristokrasimiz olsa mıydı" görüşlerine taraftar olmadım. Ben 1921 Anayasası cumhuriyetçisiyim. 23 Nisan 1920'de kurulan Büyük Millet Meclisi'nde ve 1921 Anayasasında, ülkedeki farklılıkları zenginlik