Milaslı Halil İbrahim Çöllüoğlu (1897-1956)

"Risale-i Nur'un çok eski ve çok sadık ve çok fedakâr bir şakirdi..."

Ehl-i hakikatin sohbetine zaman mekân mâni teşkil etmezmiş. Bir gönül ehlinin muhabbetine vasıl olmanın arzusuyla zaman içinde âlem-i misalde hayalen kendimi, Milas'ta eski bir handa buldum. Merkezinde dört tarafı yüksek taş duvarlarla çevrilmiş, ortasında büyük avlu, menfezler, pencerelerle eski öllüoğlu Hanı, konup göçmüş insanların, geçmiş zamanlarını hatırlatan, heybetli bir tarihî abide gibi duruyordu.

Hana gelen insanların hali "Dünya bir han ve bir bekleme salonudur" hakikatini hatırlatıyordu. Bediüzzaman'a yâr olmuş, yoldaş olmuş, hapis yatmış ve talebe olmuş, sitayişine, dostluğuna, duasına ve muhabbetine mazhar olmuş, Nur kahramanlarından âlim, şair mümtaz insan Halil İbrahim'le mülâki olmaktı arzum...

Taş Hanın avlusundan üst kata çıkarken, avluda sıralanmış at arabaları, ahırlarda atlar, merkepler, katırlar görünüyor. Odalara taşınan insanların garip halleri nazarıma ilişiyordu.

Halil İbrahim öllüoğlu'nun odası kütüphaneyi andırıyordu. O kitaba eğilmiş, dikkatle mütalaa ediyordu. Sükunetle beklerken onun sakin duruşuyla alnı nur halesi gibi parlıyordu. Yuvarlak çehresi ve kısa bıyıklarıyla davası uğruna hapisler yatmış bir kahramanın, vakarlı duruşuyla olgunluğu hemen fark ediliyordu.

Başını kaldırdığında refakatçı, beni tanıttı: "Atı, arabası, eşyası yok. Sana gelmiş" dedi. Dikkatli ve keskin nazarını bana çeviren Halil İbrahim'e "Ne desem" diye heyecan bastı! Yunus Emre'nin Toptuk Emre'nin huzurunda "Ne istiyorsun, himmet mi, buğday mı" gibi suale maruz kalmadan başladım, "Hâk-i Der-i Âl-i Abâ'ya geldim" dedim. Kendi mahlasından sonra şiirinden devam ettim. "Tâ ezel sabahında vahdet nağmesini işittin, / Leylâ-i zaman Kays ile bir demde görüştün, / Dost ikliminin lâlesininin bağlarına eriştin..." Ciddi meraklı bakışları bulutlu bir havadan, tebessüm eden çehresi, güneşli ılık bir iklimi andıran şefkat sıcaklığına döndü... Yüzünde beliren samimiyetten cesaretle başka bir şiirine başladım: "Mazhar-ı esma-i Bediüzzaman'dır bu, / Mev'ud-u Risaletten bizlere fazl-ı ihsandır bu, /Kenz-i mahfide muhit-i mekteb-i irfandır bu, / Hava-i zulmette işrak eden şems-i tâbandır bu..."

Kalktı hoşâmedî ile musâfaha edip selâmlaştık. Koluma girdi ve "Bu han, böyle dostları nadiren misafir etmiştir" sözünde iltifat vardı. Başka bir odaya geçtik. İşte bizim Medrese-i Nuriyemiz! Hanın en güzel tefriş edilmiş, temiz, nezih ve büyük bir mekanda, duvarlar Risale-i Nurdan vecizelerle süslenmiş. Kitaplıkta Kur'ân-ı Kerîm, Risale-i Nurlar, Cevşen-i Kebir, Tesbihat vardı. Yer minderlerine oturduk...