Kendini mahkemeden üstün görenler

Adâletin timsâli olan Hz. Ömer (ra) "mülkün temeli" olarak "adâlet"i zikreder. Hukuk ve adâlet ise, maddî ve dünyevî manada hiçbir şeyin tesiri altına girmez ve girmemeli.Burada bizim murad ettiğimiz adâlet de budur: Siyasetin, ticaretin, şahsiyetin tesiri altına girmeyen bir hukuk ve yargı mekanizması. Yargı erki, şayet bu manada bir hürriyete, bir bağımsızlığa sahip değilse, bir ülkede hükûmetler ile mafyatik odakların arasında herhangi bir fark görülmez hale gelir. Said Nursî ve talebelerinin sürülüp yargılandığı yıllarda (1926-198650 yıl), Türkiye'deki adâlet sistemi dünyevî gaddarların tesiri altındaydı: Tek partili sistemin, Kemalist bürokratların, cuntacıların, darbecilerin, muhtıracıların tesiri altında... Buna rağmen, hiçbir mahkemeden kaçmadılar. Her mahkemeye ciddiyetle katılıp ifade verdiler. Hâkimlerin vicdanına seslendiler ve nihayet bütün dâvâlardan beraat ettiler. Günümüzde ise, kendini hâkimlerden ve mahkemelerden üstün gören aşağılık bazı herifler, her fırsatta Said Nursî ve talebelerine saldırmayı bir marifet görüyor. Öyle ki, meselâ bir genç intihar ettiğinde, bir hoca yanlış yaptığında, bir imam efendi kusur işlediğinde, o bağnazların saldırganlık damarları hemen depreşmeye başlıyor: "Yahu, bütün bu işlerin başı Said Nursî"dir. Onun ne mal olduğu anlaşılmadan, bugün yaşananları anlatamazsınız" gibisinden tevil götürmez zırvalarla, ortalığı bulandırmayı adeta görev addediyorlar. Doğrudan bu tip habis heriflere değil, ama hakikati öğrenmek isteyenler için, bizlerin de her vesile ile hak ve hakikati olduğu gibi nazara vermemiz kaçınılmaz hale geliyor. Şimdi, o tarihî hakikatlerden küçük bir demet sunalım. 1925 Şubat'ında patlak veren Şeyh Said Hadisesi'nin hemen akabinde Diyarbakır'da kurulan İstiklâl Mahkemesi'nde yakalanan bütün maznunlar yargılandı. Mahkeme neticesinde 46 kişi idam edildi ve topluca meçhûl bir mezara gömüldü. (29 Haziran 1925) Aynı dönemde yurdun birçok yerinde de İstiklâl Mahkemeleri kuruldu ve gerek şiddete bulaşan, gerekse "zararlı cemiyetler"le bir şekilde irtibatlı-iltisaklı olduğu tesbit edilen muhalif kimseler acımasızca yargılandı ve en sert şekilde cezalandırıldı. Ne var ki, Said Nursî bu mahkemelerin hiçbirine çıkarılmadı, hatta çağrılmadı bile... Şayet, o tarihlerde Said Nursî'nin mahkemelik olacak en küçük bir vukuatı olsaydı, yahut yazdığı eserlerde "şiddeti teşvik, yahut tervic eden" en ufak bir ifade tesbit edilseydi, şüphe yok ki derhal yargılanacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Dolayısıyla, sabıkalı bir duruma düşmüş olacaktı. Ancak, bütün araştırmalara rağmen bir tek bahane dahi bulunamadı ve sadece "ihtiyatî tedbir" noktasından hareketle, 1926'da Erek Dağı'ndaki inzivagâhından