Rusya'nın Ukrayna'daki Pozisyonu Savunma mı, Saldırı mı

Gözümüzün önünde olan biten ne kadar açık, net hatta kapsamlı yıkım ve acılarla örülü olsa da gerek ideolojik aidiyetler gerekse güçlü propagandif söylemler tam tersi algılar inşa edebiliyor, hakikati ters yüz edip sanal gerçeklikler üretebiliyor. Başlıktaki soru cümlesi de aslında maruz kaldığımız bu türden sistematik algı yönetimlerine ve hakikati imhaya yönelen sanal gerçekliklere karşı bir ironi içeriyor. Sadece Türkiye'de değil Avrupa'da, Amerika'da, Orta Doğu'da ve Uzak Asya'da da Ukrayna'ya yönelik işgal harekâtını "Rusya'nın NATO'ya karşı kendini savunma hakkı" perspektifiyle yorumlayan çarpık bir yaklaşım biçiminin bir hayli revaçta olduğunu görüyoruz. Evet, Amerika'nın Afganistan ve Irak'a tasallut eden "önleyici vuruş" hakkı kabul görüyorsa veya hastane, mescid, okul demeden işgali derinleştirip Filistin'in genlerine kadar yayan İsrail'in "kendini savunma hakkı" takdir ediliyorsa Rusya'nın da Ukrayna üzerinden böyle bir savunma stratejisi uygulayabileceği bazı mahfillerce değerlendiriliyor. Peki, gerçekten de Ukrayna'da şahit olduğumuz tablo Rusya açısından böylesi bir savunma hakkı, beka refleksi veya önleyici tedbir gibi "meşru ve zaruri" bir duruma mı işaret ediyor Bütün artistik söylemlere rağmen Amerika ve İsrail'in pozisyonunu işgal ve katliam olarak işaretliyorsak Rusya'yı nasıl bu kategorinin dışında tutabileceğiz NATO'ya girebilir, NATO silahları alabilir kaygısıyla bugün Ukrayna'ya girip bir baştan diğerine işgale kalkışan Rusya'nın Litvanya ve Letonya'dan başlayıp Polonya ve Bulgaristan'a hatta Türkiye'ye de saldırıp işgale girişmesi bu durumda doğal mı karşılanacak Öyle anlaşılıyor ki, hassaten 15 Temmuz darbe sürecinden sonra Türkiye'de Rusya sempatisi, Putin hayranlığı marjinal sol-sosyalist gruplar gibi bazı muhafazakar-dindar çevreleri de kuşatıverdi. Tarikat şeyhliği ile Kemalizm ve Şii misyonerliği harmanlayan Haydar Baş ve lideri olduğu BTP'nin uzun bir dönem Rusya propagandası yaptığını, Moskova yanlısı politik tutumlar geliştirdiğini biliyoruz. Yaşar Nuri Öztürk'ün de yaltaklanma düzeyinde hassaten Putin'e methiyeler düzüp Müslüman camiaya ve lider kadrolarına hakaretler kustuğunu iyi hatırlarız elbette. Fakat şimdilerde zuhur eden manzara alenen nüfuz casusluğuna soyunmuş bu marjinal ve kindar tiplerin çok ötesine geçiyor. Amerika ve NATO'ya karşı Türkiye'de duyulan haklı öfke ve düşmanlık, Hükümetin AB ve ABD tarafından Rusya-Çin bloğuna doğru iteklenmesi ve Hükümetin hava savunma sistemlerinden nükleer enerji santrali kurmaya, turizmden meyve-sebze ihracatına uzanan kapsamlı iş birliği neticesinde maalesef taban nezdinde bir süredir Rusya'nın emperyalist-işgalci kimliğini görünmez kıldı. İş bir iki tık ilerlediğinde Rusya'nın Suriye'den Libya ve Dağlık Karabağ'a uzanan kanlı misyonuna itirazların yükseltilmesi bile "Amerika'nın oyunu, Avrupa'nın bozgunculuğu" şeklinde yağmur gibi ithamlar yağar oldu. Benzer bir durum Doğu Türkistan'daki zulüm ve baskıların gündeme getirilmesi karşısında da Türkiye-Çin ilişkilerini bozmaya matuf adımlar şeklinde sergilenir olmuştu mesela. Amerika ve Avrupa'nın işgal ve katliam politikalarındaki sabıkası hiç kimse için sır değil elbette. Ne denli çifte standartla ürettiğini, riyakârlık hususunda şampiyonluğu kimseye kaptırmayacaklarını da elbette sağır