Zahid

Şahruhiye dedikleri o şehrin yakınında belimde kılıcım, sırtımda baltam, çizmemin içinde bıçağımla yağmaladığımız on bine yakın hayvandan birinin etini kemirip dururken "birileri geliyor, yabancı birileri" ünlemesiyle bir dalgalanma oldu önümde. "Düşman mı" diye baktım gözlerimi kısıp. Yirmi, bilemedin otuz kişiydiler. Düşman da olsalar vuruşma sırası bana gelene kadar çoktan ölmüş olurlardı. Ben en nihayet, obasında yapacak iş, yiyecek ekmek kalmayınca eşkıya olmaya karar vermiş, Kasar Noyan'ın hordasına kapağı atmış, yegane vazifesi esirlerin toplandığı çitlerin etrafında nöbet tutup oturmak olan biriydim. Kasar'ın adamları ilk başta beni almak istememişlerdi aralarına. Hatta Baycu Kumandan, "bu kadar çelimsiz Moğol mu olur, bu olsa olsa Türkmen'dir" deyip sırıtmıştı. İmdada obamızın adamı Tengiz yetişmişti de Baycu "madem öyle hayvan otlatır" diyerek kabul etmişti beni. Hayvan da otlattım elbet ama sonra esir nöbeti tutmaya başladım. Ne baskın, ne dövüş görmedim daha. "Dövüş görmek" diye bir niyetim de yoktu aslını sorarsanız. Yağmadan payımı alıp obama dönecek, Börti'yle evlenecektim. "Bozkırın şu ötesinde ne var" diye sorup atlarımıza atalayacak, dört nala ve dört bir yana dolaşacak, zamanı gelince bebelerimizle şadlık bulacaktık. Ne yiğit diye anılma derdim vardı ne cesaretim dilden dile, ilden ile anlatılsın isterdim."Gelen adam ulu bir adammış" fısıltısı yayıldı hordada. "Uluysa ulu" diye omuz silktim. Sevmezdim ben uluları. Anca avladığımızdan, ekip biçtiğimizden pay almayı bilirlerdi. Vermezsek göktekinin zoruna gidermiş de bela yağarmış üzerimize. Aslında dilimin ucuna çok gelirdi. "Senden ala bela mı var behey ayyaş, lokmamıza taun gibi çöküyorsun" demeyi çok isterdim ama anneme kıyamazdım. Bir bakışıyla beni durduran annemi. Seyirtti millet aşağıya. Onlara da eğlence lazım. Kılımı kıpırdatmadım ben. Elimdeki eti kemirmeye devam ettim. Nice sonra tekmil aşağıya gidenler yüzgeri edip esirler tarafına doğru yürümeye başladılar. Hani kim olduklarını bilmesem korkutucu bir meseleydi. Belki üç, belki dört bin kişi doğrudan bana doğru geliyordu. Arkamda, çitlerin arkasında da hiç yoksa sekiz-on bin kişi vardı üstelik. Elimi ister istemez belimdeki kılıca attım. Sonra da güldüm bu halime. Ölmeden önce kaç kişi öldürebileceğimi düşündüm. Cevabım "hiç" oldu. Ya ona güldüm ya da basbayağı gergindim. Elimi kılıçtan çekmedim yine de. Kalabalık geldi ve bana üç adım kala durdu. Sonra kalabalığın ortası ağır ağır yarıldı. Açılan koridorda Baycu Kumandanı ve Kasar Noyan'ı gördüm. Yumruğumu göğsüme vurup selam verdim. Fakat beni görecek halleri kalmamıştı. Koridorun ucuna gelip onlar da durdular. Sonra onu gördüm uzakta. "Ulu" dedikleri o adamı. İlkin yüzünü değil de heybetini gördüm. Ardından etrafındaki adamları fark ettim. Hordada aylardır duymaya alışık olduğum uğultu yerini keskin bir sessizliğe bırakmıştı. Adamın yaşını fark ettim sonra. Yetmiş beş, belki seksen yaşındaydı ama dimdik yürüyordu üzerime. Yüzünün çizgilerini fark ettim. Ama bütün fark ettiklerimi bana unutturacak başka, bambaşka bir şey fark ettim: Bakışları. Nasıl bakışlardı onlar. Ve niçin orada, onca insan varken sadece bana bakıyorlardı Kalbim yerinden sökülecek sandım o bakışlar karşısında. Çaresiz kaldım. Kolum kanadım kırıldı. Birden bir ceylan olmak istedim. Ben ceylan olayım,