Sezai Karakoç'a doğru
Sanatçıyı ve düşünürü başka insanların hiç yüz yüze gelmedikleri iki problem var eder bence: Sanatçının sanatıyla hayatı arasındaki gerilim, düşünürün düşüncesiyle hayatı arasındaki denge
Bilhassa sanatçılar "hayat mı sanat mı" ikilemini her daim iliklerine kadar hissederler. Çünkü sanat hayattan çalınan malzemeyle yapılır. Onun için ömür boyu sürdürülmesi zordur.
Türk dilinin büyük şairlerinden biri "Ver cüceye, onun olsun şairlik Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta" diyerek sanata veda etmişti. Bir anda şiiri de şairliği de bırakıp Afrika'da köle ticaretine başlayan Rimbaud ise bunun için hiç kimseye bir gerekçe göstermeye gerek duymamıştı.
Kimi sanattan vazgeçer, kimi hayattan. Sezai Karakoç hayattan vaz geçenlerden. Hayattan vaz geçme derken sanatın gereklerini hayatın gereklerinin önüne koymayı kastediyorum.
Askerdeyken üzerinde çalıştığı şiiri bitirebilmek için revirde sağlam dişlerini çektirip istirahat izni alan İsmet Özel'i düşünün. Herkesin yapabileceği bir fedakarlık çeşidi değildir bu.
Sezai Karakoç dişini çektirmedi ama şiir ve düşünce alanında çalışmak için gerekli olan vakti kazanmak için bütün hayatını feda etti.
Hiç evlenmedi. Mülkiye'yi bitirmişti, prestijli bir mesleği vardı, istikbali parlaktı. Ama bunları ve bunlarla birlikte Ankara'yı terk edip İstanbul'a yerleşti. İyi bir geliri de arkasında bırakarak yoksulluğun sınırlarında bir yaşayışı tercih etti. Bu yaşayış biçiminin nitelikleri hiç değişmedi.
Ömer Erdem her gününü Karakoç'un yanında geçirdiği sekiz yılın özütünü süzdüğü "Günler Çözüldükçe Sezai Karakoç'a Doğru" başlıklı kitabında bu yönde çarpıcı deneyim örnekleri de aktarıyor.
Cağaloğlu Üretmen Han'daki yayınevi bürosunda, çeyrek ekmek ve bir adet haşlanmış yumurtadan ibaret olan öğle yemeğini yemeye veya akşam Kadıköy'e dönmek için jeton almaya para bulamadığı günler vardır.
"Günler Çözüldükçe"de kendisi de şair olan yazar uzun yıllar çok yakınında bulunduğu Sezai Karakoç'un gerçekçi bir heykelini "bütün cepheleriyle" yontmaya çalışıyor. Bir yandan Sezai Karakoç şiirinin kaynaklarını işaret ediyor, öbür yandan mütefekkirimizin fikir çizgisinin izlediği yolu hangi iç ve dış etkilerin belirlediğini anlamaya çalışıyor, diğer yandan da kişilik özelliklerini bir defter gibi önümüze açıp bu dava adamının hayattaki tercihlerini anlamlı bir zemine oturtmayı bize bırakıyor.
Kitapta bana göre en dikkate değer sayfalar "Siz biz onlar" başlıklı bölümde yer alıyor. Yazar buradaki tespitlerini bir parça üstü kapalı bıraktığı için kitaptan alıntı yapmak yerine okuduklarımdan kendi anladıklarımı söyleyeceğim:
Sezai Karakoç'un şiirini de besleyen toplumsal ve siyasal aidiyet duygusunu veya kimlik telakkisini Türkiye'deki toplum kesimleri arasında bulun(duğu varsayıl)an karşıtlık algısı şekillendirmiştir.
Yeşilçam filmlerinde çokça rastlanan yoksul ama onurlu insanların mahallesiyle sonradan görme zenginlerin mahallesi arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin giderek kıyasıya çatışmaya dönüştüğü bir dünyadır burası. Ya onlar galip gelecektir ya biz.
Cemal Süreya bu mahalle alegorisini Cahit Zarifoğlu şiirindeki öznel dayanaklara işaret etmek için kullanmıştı: "Maraşlı delikanlı tavrını hiç bırakmaması, onun bir inançtan çok bir afiye, bir gösteriye ilişkin olmasından kaynaklanıyordu. Mahallesini çok seven ve oradan gelen dayanışma duygusunu bir silah gibi de görmeye başlayan çocuk."
Üvercinka şairinin yazısındaki "mahalle", bugünkü sembolizmini henüz kazanmamış olan, yalnızca sanatçının toplumsal aidiyetinin sanatındaki izlerini göstermek üzere kullanılan "siyaseten nötr" bir kavram aslında.
Ancak günümüz Türkiye'sinde toplumsal yapıdaki kompartmanlaşmayı temsil eden anlamına hiç uzak olmayan bir bağlamda kullanılmış.
Sezai Karakoç'ta da kendi mahallesiyle dayanışma duygusu öbür mahalleye karşı giderek açılan bir mesafe getirmiştir. Ömer Erdem'in sınıfsal bir boyutunun da olabileceğini ima ettiği bu toplumsal kutuplaşma tasavvuru Karakoç'un dünyasında yer yer küresel düzeye yükselir. Asıl kutuplaşma bizim de içinde yer aldığımız -ve hatta lideri olduğumuz- ülkeler kümesi ile (yani İslam alemi ile) Batı dünyası arasındadır.
Batı uygarlığı karşısında bütün kurumlarıyla ve değerleriyle birlikte en ağır yenilgisini yaşamış olan bir dünyanın çocuklarının ayakta kalma ve yeniden ayağa kalkma inadı üretmiştir bu düşünceyi.