'Doğa durumu'nda Türkiye
Emekli olunca bir Ege kasabasındaki yazlığımızda organik ürün yetiştirerek yaşamayı ümit ettiğimiz hayat tarzı değil doğa durumu. Devletin, daha doğrusu insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukun olmadığı çağların özelliğini ifade ediyor bu kavram. Yani insan yapımı yasalara göre değil, doğa yasalarına göre yaşanan zamanları tarif ediyor.
Doğa durumu kavramını felsefe literatürüne sokan kişi İngiliz filozofu Hobbes. Devlet kurumunun ve hukukun gerekliliğini anlatmak için kullanıyor bu tanımlamayı. Her ne kadar Locke ve Rousseau doğa durumunu Hobbes'dan daha farklı şekilde ve olumlu manada kullanmış olsalar da kavram daha ziyade devlet öncesi zamanlarda insanların "gücü gücü yetene" anlayışıyla vahşi bir hayat mücadelesi verdikleri dönem olarak anlaşılıyor esas olarak.
Hobbes'a göre doğa durumu herkesin herkesle sürekli bir savaş ve çatışma içinde olduğu bir durumdur. Bu yüzden o dönemlerdeki insan hayatı zor, tehlikeli ve kısadır. Leviathan yazarı "insanları kendi başlarına bırakırsanız birbirlerini öldürüp yerler" (Homo homini lupus) görüşündedir. Dolayısıyla toplumsal düzenin sağlanması için bir siyasi otoriteye ihtiyaç vardır.
Devlet öncesi zamanlarda insanların Hobbes'un tarif ettiği gibi vahşi bir hayat yaşadıklarını kabul etmeyen bilginler ve düşünürler de bugünkü toplum hayatında birbirimizle çatışmadan, birbirimize zarar vermeden uyum ve huzur içinde yaşayabilmemiz için bir siyasi otoriteye, daha doğrusu bir hukuk düzenine ihtiyaç olduğunu kabul ederler.
Devlet adını verdiğimiz kurum aşağı yukarı beş altı bin yıllık bir maziye sahip. O günden beri insanlığın gelişmesine paralel şekilde birçok özelliği değişti ama temel işlevi aynı kaldı: hukuku temin etmek. Devlet aslında hukuk demektir. Ortada doğru yanlış, iyi kötü bir hukuk düzeni olmalıdır ki devletten söz edebilelim.
Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Bu ibare laf olsun diye yazılmış değildir. Ancak cumhuriyet kurulduktan sonra dört başı mamur bir hukuk düzeni tesis edilip işletilebilmiş de değildir. Yaşadığımız çağda kuvvetler ayrılığını ve hukukun üstünlüğü prensibini hayata geçiremeyen toplumların medeni gelişmelerini sürdürmeleri beklenemez.
Aslına bakarsanız hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı alanında Tanzimat'tan bu yana bir çok adımlar atılmışsa da bu hususta fazla bir ilerleme gösteremedik. Ancak büyük ölçüde 1961 anayasası ile siyasi gücün hukuki denetimini sağlayacak kurumsal yapılar oluşturulmuş ve bir anayasa mahkemesi ihdas edilerek yargının bağımsızlığı yürütme karşısında güvence altına alınmaya çalışılmıştır.
Ne var ki siyasi ve sosyal dalgalanmaların hiç durmadığı sonraki yıllarda yargının zaman zaman oligarşik unsurların müdahalelerine maruz kalması gibi problemler eksik olmadı. AK Parti hükümetlerinin ilk döneminde, özellikle 90'lı yıllardan miras kalan "yüksek yargının siyasallaşması" sorununun tezahürü olarak iktidar partisine yönelik kapatma davaları türünden çarpık yaklaşımlar siyaset kurumunu birtakım arayışlara yöneltti. Ancak demokrat kamuoyunun geniş desteğini alan 2010'daki anayasa referandumunun hiç kimsenin arzu etmediği bir sonuca yol açtığı bilahare fark edildi. FETÖ'cüler, kuşkusuz siyasi iktidarın desteğiyle, HSYK'yı ele geçirdi ve Fetullahçı yargıçların kontrolüne verilen Özel Yetkili Mahkemeler ülkede bir "yargı terörü" estirmeye başladı. Türkiye bu "bağımsız" yargının elinde giderek bir jüristokrasiye doğru gidiyordu.
17-25 Aralıktaki "yargı darbesi" girişiminin ardından, diğer kesimlerin yardım ve desteğiyle bu yapıyı zor bela tasfiye eden siyasi iktidar, kendi