Her yıl olduğu gibi bu yıl da "Meclis'in bütçe mesaisi başladı" haberlerini okuduk beraberce. Bu kadar konu arasında pek gündem olmasa da ekonomi ve maliye uzmanları 2026 bütçesinin ne getirip ne götüreceğini tartışıyor kendi aralarında, kimileri eksiklerini, noksanlarını anlatıyor, kimileri de bu bütçenin ne büyük bir başarıyı ifade ettiğini savunuyor.
Muhalefet liderleri ise konunun başka bir boyutunu gündeme getirdi geçen hafta. CHP Lideri Özel, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a çağrıda bulunarak, "Gel savun o zaman bütçeni. Muhalefeti dinleyeceksin, bu bütçe için milletin vekilinin gözünün içine bakacaksın" diye konuştu. İYİ Parti Lideri Dervişoğlu da yine benzer bir çağrıda bulunarak, kendine özgü üslubuyla, "Meclis'e gelip bütçesini delikanlı gibi savunsun" dedi.
Gerçekten de geçmiş dönemlerde başbakanlar hükümetlerinin hazırladığı bütçeyi mecliste savunuyorlar, muhalefetin eleştirilerine de cevap veriyorlardı. Bugünkü sistemde ise yürütmenin başında cumhurbaşkanı var. Ama başbakan olarak görev yaptığı dönemde her yıl TBMM'de kürsüye çıkıp bütçesini savunan Cumhurbaşkanı Erdoğan 2018'den bu yana hiçbir bütçe görüşmesine katılmadı.
Niye katılmadı Çünkü, bilindiği üzere, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde hükümetin artık meclise karşı sorumluluğu yok. Bütçenin milletvekillerince onaylanması icap etmiyor. Usulen bir bütçe kanunu çıkarılıyor ama bunun da cumhurbaşkanı tarafından hazırlanıp sunulması -ve onaylanması- gerekiyor. Bugün için meclis çoğunluğunun iktidar partisinin elinde olması bütçe kanunun geçmemesi ihtimalini ortadan kaldırıyor ama yeni anayasaya göre bütçe kanunu meclis tarafından kabul edilmediği takdirde "bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanır" zaten.
Geçmişte de durum farklı değildi, diyebilirsiniz. Sonuç itibarıyla meclisin onayını ve desteğini almış olan hükümetin bütçesi de siyasi dengeler değişmemişse onaylanıyordu. Öyleyse halkın oyunu alarak iktidara gelmiş olan kadrolar ne diye her yıl bu "seremoniye" katlanmak zorunda kalıyorlardı Bürokratlarına hazırlattıkları bütçeyi nasıl olsa bildikleri gibi kullanacaklardı her halükarda.
Demek ki burada işin sembolik bir boyutu da var. Tarihî süreçte "halk egemenliği" anlayışının ve modern demokrasinin temelinde parlamentoya tanınan "bütçe hakkı" vardır. Bu anlayışın ortaya çıkışını Magna Carta'ya kadar götürenler vardır ama asıl olarak Avrupa'da burjuvazinin doğuşu ve yönetimde hak iddiasıyla başlayan bir sürecin eserinden söz ediyoruz.
Devletin keyfi vergi toplamasına ve halkın parasıyla keyfi harcama yapmasına sınır getirilmesidir bu. Daha da önemlisi, toplanan ve harcanan paranın "milletin parası" olduğunun tasdik ettirilmesidir. Devletin "milletin sahibi" değil, milletin "devletin sahibi" olduğunun tasdik ettirilmesi.
Yani parlamentoların bütçe hakkı halk egemenliğinin sembolüdür.
Bizde de halk egemenliği ve demokrasi parlamentonun bütçe hakkı prensibiyle birlikte gelmiştir.
Taha Akyol üstadımızdan öğrendiğime göre, kısa sürede dağıtılan 1876 Meclis-i Mebusanında uygulanma imkanı bulunamamış olsa da 1908 Devrimi sonrasında teşkil edilen İkinci Meşrutiyet meclisinde titizlikle benimsenen bir ilke olmuştu bütçe hakkı. Hatta o dönemde hazırlanan bütçede padişaha ve ailesine ayrı ödenek ayrılmıştı, hazinenin millete ait olduğunu vurgulamak için.
Cumhuriyet döneminde de parlamentonun bütçe hakkı prensibine riayet edildi. Hiç değilse sembolik olarak. Ama zaten mesele büyük ölçüde semboliktir. Devlet yöntemindeki sembolik uygulamalar da boş işler değildir.
Dolayısıyla bugünkü sistemde hükümetin başı -hatta bir anlamda hükümetin bizzat kendisi- olan cumhurbaşkanının bütçesini TBMM'de savunmasının gerekmiyor olması ciddi bir eksiklik. Hükümetin bütçesinden sorumlu olmayışı ise bunca yıllık demokrasi ve parlamento tarihinde hiç kimsenin aklına gelmemiş olan bir tuhaflık. Belki o da sembolik bir tercih, bilemiyorum.

5