Keşke yaz olsaydı, yazlık değil...

Eski yazlarımı arıyorum, dedim ya geçen gün... Hani şimdi yaz mevsimiyle aram açık ama özlem bitmiyor; hatıralar kıpırdanıp duruyor diye yazdım ya... Gençliğimi arıyorum sanıyorsunuz belki, yanılıyorsunuz. Gençliğimin uzun bir bölümü yaz mevsiminin hazlarını reddetmekle geçti; dünyayı kurtaracaktık çünkü... Denizin tuzunun tenimizde kurumasını bekleyerek, akşamları kıyılarda piyasa yaparak oyalanacak vaktimiz olmadığını düşünüyorduk. Ergenlik çağlarım ve gençliğimin bir bölümü de yazlıklarda heba olmuştu; yamuk yumuk, harala gürele içinde kaybolup giden birkaç ay, bilirsiniz... Hayır! Benim yaz mevsimine tutkuyla bağlanmam olgun yaşlarımın meyvesidir. Şafakla beraber yola çıkışlarım... Uzun yoldan gelip kuşluk vakti lavanta ve sabun kokulu tertemiz çarşafların içine uzanıp uyuyakalışlarım... Bahçeye açılan kapıdaki tüllerin arasından süzülüp içeri giren kedinin mırıldanışları... Öğleden sonra dağlardan denize doğru inen kekik kokusu... İkindi tembelliklerim... Ve sıra sıra dizilmiş sarı ampullerin altında akşamın tatlı melankolisi... Bunlar(dı) benim yazlarım. Yazlık dedim yukarıda, değil mi Doğrusu benim gençliğimde yazlık, bir gram şeker için kilolarca keçiboynuzu çiğnemekti. Uzun yıllar da öyle kaldı. "Site aşkları" yaşamış olmasalardı, kaç genç bugün tatlı tatlı anardı o yazlarını Yazlık kokusu diye bir şey de vardı... Küf ve biber kızartması kokusu... Bir okurumun şahane tanımıyla "anne niveası" ve akşam piyasası için "babanın ağır parfümünden bir fırt!"