"Üşüdüm üşüdümkürkünü giy a benim canım kürkünü giy"

Okumakta olduğunuz bu yazıyı, İstanbul semalarında bahar bulutlarının dolaştığı bir perşembe sabahında yazıyorum. Birkaç gün önce İstanbul'a şöyle un eler gibi yağmış olan kardan şikayet eden, gelmeyecek mi bu bahar diyen sosyal medya ahalisinin serzenişi kulaklarımda çınlarken...Modern birey, hayatı ancak takvim yapraklarında yazılı olan "özel-güzel günler" etiketi ile karşılamak istiyor. Fazla Noel filmi seyretmenin bünyede yaptığı yan etki ile midir bilinmez, Aralık sonu yağan kar en sevilendir. Şubat ayında yağan kar ara yıl tatilinin uzamasına vesile. Mart'ta yağan karlar evlerden ırak olsun sitemine maruz kalır her defasında. Mart bahar ayı diye öğrenilmiş, cemreler çoktan düşmüş, o halde bahar gelmeli ve bir daha gitmemelidir. Sanki cümle alem taze bahar dalıdır da tomurcuklarını telef etmekten korkar.2022'nin İstanbul'a düşen ilk karı sevinçle karşılandı. Aylardan Şubat idi. Rusya henüz Ukrayna'yı işgal etmemişti. Isınma bedeli can yakıyordu ama "kar havayı yumuşatır" tesellisi çoktan hazır edilmişti. Gündem "karlı bir gün" fotoğraflarının sosyal medyada salınmasına müsait...Türkiye'de kar ancak İstanbul'a yağınca haber değeri taşır.Bazı yıllar İstanbul'a hiç kar yağmaz. İstanbul'a kar yağmayınca Türkiye'nin başka şehirlerine yağan kar "yağmış" olmaz. Aylarca kar altında kalan Anadolu köylerinde çocukların, gençlerin, ihtiyarların ne yaşadığını, nasıl yaşadığını bilmeyiz. Bilmek istemeyiz zaten. "Tadımız kaçmasın" kıvamında yaşamak, tuzu kurulara iyi gelir. Yanmayan ocakları, soğuktan titreyenleri, donarak ölenleri BAZEN şöyle bir duyarız. Kurtlar dağdan inince, ayılar köye gelince, "orada bir köy" haber olup ekrana düşünce... Yani gündem müsait ise.Mevsimlerin kendine mahsus iklimine, gün batımı ve gün doğumunun değişen ritmine hiç şikayetsiz, şükür ile tanık olmak güzel şey.Yağan yağmurdan, göklerden yere düşen kar tanesinden herkesin kalbine neşe dolsun. Kuş sesi, yaprak hışırtısı, çimen kokusu, bir avuç gökyüzü, herkesin nasibi olsun.Amma velakin bendeniz kar yağarken mutlu olabilenlerden değilim. Eskiden ağlardım. İçim dışıma çıka çıka ağlardım. "Kar yağmazsa bolluk olmaz" diyerek beni teselli etmek için ne çok uğraşırdı rahmetli büyükannem."Her bir tanesini melekler dünyaya getiriyor" derlerdi de ben yine de ağlamaya devam ederdim. 70'li yıllardan kalma bir kış anısı. Mahallemizdeki meczubun donarak öldüğünün konuşulduğu apartman boşluğu, yıllarca kâbusum oldu. Adamın ölü bedeninin tasviri, kadınların sahi mi diye tekrar tekrar soruşları... 12 yaşlarımda olmalıyım.Duyduklarım boğazıma oturmuş, nefessiz kalınca çocuk masumiyeti ile kendimce şiir yazarak acıdan kurtulmayı düşünmüştüm belki de. Neden bilmiyorum, şiirimin kahramanı yaşlı meczup değil de bir yaşıtımdı."İstanbul sokaklarında bir çocuk soğuktan morarmış elleri" diye başlayan manzume. Defterler dolusu yazardım o yaşlarda. Zihnimde kayıtlı olan bir tek o. Çünkü o satırları -mısra demek şiire haksızlık olur diye satır diyorum- sesimle yazmıştım. Her bir satırı birbirine sesimle ilave ede ede. Neden Yakalanma korkusu. Defterim ele geçecek, yine olmadık bir şeyi kafama taktığım için azar işitecektim.Şubat'ta İstanbul'a yağan kar, sosyal medya ahalisini neşeye gark edince...Başının üstünde bir dam, yaslanacak duvarı, yanan ateşi, tıka basa dolu buzdolabı olanların ne yesek ne içsek temalı can sıkıntısına esir düşmüşlerin saatinde sosyal medyada şöyle bir yol alınca...İçimdeki hüzne katık bir dost sesi aradım. Hayır hayır zannettiğiniz gibi bir İsmet Özel mısrası olarak değil. "Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak" bahsi değil. Karlı bir gece vakti kimsesizler üzerine konuşacak bir dost.İnsan kaybettiği şeyi kaybettiği yerde aramalı değil mi Ben de sosyal medyada yakalandığım hüznün tesellisini, başka bir sosyal medya mecrasında aradım. Buldum.Nisan Kumru, Halit Ziya'nın (1866-1945) "Kar Yağarken" hikayesini seslendirmiş Youtube'da. Halit Ziya'nın hikayelerinin derlendiği Bir Başlangıcın Sonu adlı kitabı elime aldım, hikâyeyi buldum dinlediğim metinler matbu olarak elimin altında olmalı muhakkak- sonra dinledim.Hikâyeyi sadece dinlemek yetmedi. Hikâyenin her bir kelimesini kulak ayırt etmiş idi ama sanki ille de gözün şahitliği şarttı. Bu yüzden kitabın satırlarına döndüm. Oysa dinlerken de 12 yaşında kendisine Sermed Bey dedirten bu sokak çocuğunu "görmüştüm."Kulağın "gördüğü" ile gözün satırlarda bulduğu arasındaki farkı uzun uzun düşündüm.Hikâye, ayağında ayakkabısı, sırtında giyecek bir şeyi olmayan, kendisine "bey" dedirten bir sokak çocuğunun nev'i şahsına münhasır dünyasını anlatıyor: "Bütün sokaklar onundur; bu azim şehir onun için bitmez tükenmez dehlizlerden, sofalardan, avlulardan mürekkep vâsi bir hanedir." Sokak çocuğu ev nedir hiç tatmamıştır. "Anası babası var mıydı Hiç zannetmiyor. O, öyle bir tesadüfle iki kaldırım taşının arasında peyda oluvermiş bir mahluktu. Onu Eyüp'te herkes tanırdı, evet, kendisinden başka herkes ona bilinemez nasıl bir ihtiyatla- Sermed Bey derlerdi.""Sermed Bey" kendisini kolayca muhafazaya alabilmesine rağmen bir fındık değneğinin ucunda asılı kırmızı mendil bohçasına yer bulmakta zorlanıyor. Ama her yer değiştirişinde ortaya çıkan bu sıkıntıyı, ahbap olduğu esnafın yardımıyla aşıyor.12 yaşındaki sokak çocuğu "Sermed Bey" kendisini kolayca sevdiren bir mizaca sahip. Esnaf