Kabir Karşılaşmaları

Bahardır. O halde taze bahar dallarından gönlümüze düşen neşe vardır.Bayramlıklarını giymiş dalları görmemek, görüp de onların zikrine katılmamak olmaz.Bitirmeme birkaç sayfa kalmış olan Refik Halit Karay'ın Sürgün romanını çantama atıp Çengelköy'e doğru yola çıktım. Sanki romandaki Sürgün'ü bahar dallarının sürgünü ile değiş tokuş edecekmişim gibi.Yürümek büyük nimet.Hissetmeden alınan o nefes.Havayı, nane aromalı bir şerbet gibi ciğerlere çekmek. Geçen yıl Covid baharında, göz ne bir dal mimoza gördü ne bir dal erguvan.Sayılı nefesin sonuna gelinmemişse enkaza dönmüş bir vücut bile bir müddet sonra kendisini taşıyacak kıvama geliyor. Zaman ikiye bölünüyor: Hastalıktan evvel, hastalıktan sonra. Her hastalığın kendince sunduğu bir nasihat var anlayana. Bana kalan, sayılı nefesini beyhude tüketme. Havayı bir şerbet gibi tada tada içine çek. Her bir uzvun hakkını ayrı ayrı ver. Ciğerler için temiz hava, ayaklar için adım adım dünyayı idrak etmek, gözler için...Göz hakkı ve dahi kişinin kendi gözüne borçlu olduğu hak giderek müşkülleşiyor. Ramazan-ı şerif ile birlikte gözün gördüğü bahar ile gönlün göreceği bahar birbirine kavuşacak. Ah Rabbim, onca vakit dizlerim bükülüp bükülüp takılmışken, bir daha kolayına nefes alıp veremem sanırken, işte yine bahar.İşte yine, yeni yeniden bahar, işte yeni yeniden Ramazan diye diye kabristana kadar gelmişim."Canımız bir yerlere gitmek istiyor, nereye gidelim" diye soranlara kabristana gidin diyen zatın sözüne sadık, nicedir beni de ayaklarım sanki bana rağmen ille de kabristana getiriyor.Aceleci erik dalının altına oturup bir gökyüzüne baktım, bir kabristandakilere. Eski bir mezar taşının resmini çekmek geldi içimden. Biz modernler kendi gözümüzün gördüğünden bir türlü tatmin olamadığımız için ille de makinenin gözünü yardıma çağırıyoruz. Mezar taşının resmini çekecek iken çekemedim. Dondum kaldım.Öyle bir müddet. Dün ile gün kol kola girmiş iken ben hangisinin koluna gireceğime bir türlü karar verememekten şaşkın...Sonra döndüm geldim günün izine, günün içine...Fotoğrafını çekeceğim mezar taşının komşusu Nevber'e baktım. Son sayfalarını okumak için yanımda gezdirdiğim Sürgün'ün Nevber'i geldi aklıma. Halep'te sefih bir hayat süren İstanbul kızı. Değil mi ki Nevber görülmüştür, ruhuna Fatiha okunacaktır muhakkak.Mezar taşında yazan Nevber ismi, Sürgün'ün Hilmi Efendisi'nin İstanbul kabirlerini hasretle hatırlayan satırlarına götürdü zihnimi."Güneşin tam harlı zamanında, ağaçsız ve yeşilliksiz kabristan ateş gibi öyle yanıyor, taşı toprağı yeni fırından çıkmış kadar sımsıcak, öyle yalazlanıyor, yüz kavuruyordu ki gömülenlerin dosdoğru, bu çukurdan cehennemin dibine ineceği fikrini veriyordu. Hilmi Efendi, Üsküdar'ın Edirnekapı'nın loş ve fısıltılı servilerini aradı. Oralarda gömülmüş olanların öbür dünyada rahat serin, sakin bir ömre kavuştuklarına insanın inanacağı gelirdi. Fakat Beyrut'un kerpiç kümbet, yanık taş ve kül halini almış topraktan oluşan çıplak, çok aydınlık, ruhaniyetsiz kabristanı ona Kenan'ın yalnız gurbet elinde gömüldüğünü değil, ayrı bir dinde yaşamışlara da karıştığını zannettiriyor, kederini arttırıyordu. Mezara bakarken kendi memleketinde ölmek ve gömülmek Hilmi Efendi'nin Allah'tan en büyük dileği oldu." (Sürgün, s. 39)Kitabı kapattım, yeniden Nevber Hanım'ın mezarına baktım. 1967'de ölmüş.(Fikret Mualla'nın annesinin adının Emine Nevber olduğunu öğrendiğimde neden doğum tarihine bakmadığıma şaşıracaktım.)Sürgün, 1900'lerin atmosferini kalbe zerk eden, dağılan Osmanlı'nın gurbet günlüğü. İstanbul'dan Şam'a, Şam'dan Beyrut'a sürükleniyor satırlar. Varını yoğunu kaybetmişler de var, savaş zengini ahlaksızlar, lüks yaşamaktan vazgeçmeyen sefih hanedan mensupları da... Nevber için üzülmüş müydüm Okumakta olduğun romanın sayfalarında şöyle bir bahsi geçmiş olan kadının adı Nevber diye, gözüm onunla aynı isme sahip mezar taşını, onca isim arasından tanıdık birini bulmuşçasına ayırt ettiğine göre durup düşünmüştüm muhakkak.1967'de terk-i dünya etmiş Nevber Hanım'a aşk ile Fatiha gönderirken kendim