Dr. Seyfettin'in beni tehdit etmesinden iki hafta sonra annem aniden rahatsızlandı. Apar topar Akşehir'e gittim. Safra kesesi neredeyse patlama noktasına gelmişti. Ameliyattan sonra bir hafta daha Akşehir'de kalacak sonra birkaç günlüğüne evime uğrayacaktım. Selvinaz, ev sahibinin seni görmesi gerekiyor, diye tutturmuştu.
Annem Ramazan'ı onunla geçireceğimi sanıyordu. Her işte bir hayır var, deyip duruyordu.
Mutfaktaydık. İftar hazırlığına erken başlamıştık. Elma soyuyordum. Tek parça hâlinde. Çocukluğumdan kalma bir oyun ile. Komşumuz Süheyla abla sepet sepet elma soyar, kabuğunu yastığının altına koyardı. Kiminle evleneceğini rüyasında görebilmenin umuduyla. Ama asla bir elmayı tek parça olarak soyamadığı için bantla yapıştırıp yastığının altına koymasıyla bütün mahallenin dilindeydi. Küçük kardeşi Erdal, ablasının elma kabuğu hilelerini bütün mahalleye anlatırdı.
Elmayı, çocukluğumun hatıralarına mihmandarlık eden tören niyetine usul usul soymuştum. Latif bir rüzgâr pencerenin tülünü açık camdan dışarı çıkarıyordu. 1999 Adapazarı depreminden bu yana açık pencerelerden nazlı nazlı salınan tülleri hayatın bayrağı olarak görüyordum. Rüzgârda uçuşan tül beni mutlu etmeye, yaşıyoruz-hayattayız-gözümüz görüyor-kulağımız duyuyor şükrüne götürüyordu.
Şükretmek öğrenilen bir şeydi. Biz bütün mahalle şükretmeyi Hacı Nine'den öğrenmiştik. Hacı Nine'yi ziyaret edelim; yemeklerimizi yanımıza alalım, birlikte iftar edelim onun bahçesinde anne, diyecektim ki tam o sıra tül pencerenin dışındaki minik saksılara takıldı. Annem minyatür güle benzeyen çiçekler ekmişti. Daha önce hiç görmediğim çiçeklerinin adını sordum –en çok hoşlandığı şey çiçeklere dair konuşmaktı çünkü– bir taraftan da Hakkâri yaylalarını anlatıyordum. Çocuklarla resim yaptığımız yaylaları. Cehennem Vadisi çok ilgisini çekti. Ayağın kütür kütür kara basarken elime, yüzüme vuran kızgın güneşin ne muhteşem bir şey olduğunu öyle bir anlatıyordum ki kış boyu sokak gösterilerine beşinci kattan endişe ile bakan ben değilmişim gibi. Polisin bana gönderdiği çocuklar için, nasıl bir dil tutturacağımın çaresizliği ile yanmamışım gibi. Akşamlardan sabahlara Nilay ile öyle yaparsak böyle olur şöyle yaparsak ne olur tartışmalarına gark olup tekinsizliğin ıslak yorgan gecelerinde, başı zonklatan ağrılarına muhatap olmamışız gibi. Hastane personelinin sıkıntılarına hangi mesafede duracağımızı bir türlü kestirememiş olmanın yorgunluğu ile bitap düşmemişiz gibi. Ülke gündeminin bizim üzerimize isabet eden parçası altında ezilen duyarlılığımızı nasıl tamir edeceğimizin kaygısıyla kavrulmamışız gibi.
Aşk ile anlatıyordum.
Hayatı boyunca sadece namaz kılarken ve uyurken radyosunu kapatmış olan annemin kendisiyle yaşıt Siera marka radyosundan bir ses geldi kulağıma. Duyamayacağım kadar kısıktı aslında. Hakkâri adının geçmesi, algıda seçicilik, dikkatimi keskinleştirmişti. Haberin içinden imam, cami, sekiz kurşun kelimeleri kalbime ateş gibi düştü.
Annem, Süheyla öleli çok oldu, diyordu. Tek parça elma kabuğunu çatalının ucuyla tabaktan kaldırmış.
Affet beni Süheyla abla, adının ardından uludum. İnsan gibi değil yaralı bir kurt gibi uludum. Annem, bileydim söylemezdim, dedi. Süheyla ablanın tek parça elma soyamadan geçmiş gençliğine ağlar gibi ağladım.
Annem şaşırdı, bütün şaşkınlık anlarında yaptığı gibi elindeki tespihi boynundan geçirdi. Boşa çıkan elleriyle ne yapacağını bilemez bir hâlde yeleğinin tüylenmiş kısımlarını temizlemeye başladı. Bir taraftan yeleğinden minik düğümler koparıyor bir taraftan, bileydim söylemezdim, bileydim söylemezdim, diyordu.
Ah annem senin söylediklerinde değil, benim söylemediklerimde bütün mesele. Ben sekiz ay içinde dokuz kere haber gönderilenim. Doktor Hanım fazla işledi içimize, diye tehdit edilenim.
Doktor Hanım kahraman olmak istiyorsa, emir biliriz isteğini arzusunu. Hakkâri dağlarındaki doktoru için devleti ağıt yakacaktır, denilenim.
Annem, Süheyla ablanın son zamanlarını anlatmaya çalışıyor. Ben biraz önce duyduğum haberdeyim. Annemin duymaması gerekiyor. Radyoyu kapatsam olmaz. Sırf şarkı çalan, hiç haber vermeyen bir istasyona geçirebilsem…
Buzdolabını iki kere üst üste açıp kapatınca frekansı değişir radyonun. Önce limon aradım buzdolabında. Sonra soğuk su. Soğuk suyun içine birkaç damla limon damlatıp şakaklarımı ovdum. Şakaklarımı ovmak için elimi soktuğum kupayı dalgınlıkla başıma diktim. Annem, sen iyice pasaklı olmuşsun, bir de doktor olacaksın, dedi. (Oruç gitti demek yerine pasaklılığımı diline doluyor.) Beni kızdırmaya çalıştığının farkındaydım. Bu onun klasik taktiğidir. Başka anneler gibi teselli etmeye çalışmaz. En acı çekilen anda insanı sinir edecek bir şey söyleyerek acıdan uzaklaştırıverir. Ama bu defa başaramadı.
Ne yaptığımı biliyor muyum anne, dedim. Keşke söylemeseydim, dedi tekrar. Yaşlılık kötü be Reyhan'ım, dedi. İnsan nerede ne diyeceğini bilemez oluyor.
İyi ki söyledin anne, dedim. Ölümlü olduğumuzu hatırlamaya ne çok ihtiyacımız var.
Altından kalkamayacak acılarım olduğunda kendime evin içinde bir iş çıkarttığımı bildiği için sahur bulaşıklarını bile henüz toplamamışken buzdolabını silmeye kalkışmama sesini çıkarmadı annem. Buzdolabının kapağını üç defa açıp kapattıktan sonra haberlerin hiç verilmediği, sürekli yabancı parçaların çalındığı bir radyo istasyonu buldum nihayet.