Cehalet cehenneminde yüz yıl Ân diyarı (9)

Gelip gidip aynı yere takılıyorduk: Cehalete Onun çocuğu fukaralığa ve son kertesi de eneler yarışına Kavgaya tutuşuyorduk yani.

Cehaletin olduğu yerde ne sanat olurdu ne ziraat ne de ticaret... Açlığın, yokluğun, hastalıkların gayyası bu idi işte!

Kapkara yüzü ile her yerde karşımıza çıkıyordu bu menhus cehalet.

Dinmeyen acı mı, aşılmaz dağ mı, sıkı sıkıya örülmüş içinden çıkılmaz ağ mı, çöl mü, Ergenekon mu, yapışık, yılışık, her hâle bürünen bir yüz mü, ağır, kaba bir bakış mı, çekilmez söz mü, kapının önünden gitmeyen ejderha mı, kapanmayan yara mı, daha mı, daha mı, daha mı!

Evden sokağa, sokaktan caddelere arz-ı endamı vardı. Bir yanı ifrat bir yanı tefritti.

Her yanı israf, kafası karışık, elinden bir şey alınmaz, yenmez birine benziyordu. Tiksinti vericiydi. Görür görmez bir yerlere kaçmak isterdiniz. Onun geçtiği yerlerin izini sürenler huzur yüzü görmezdi, görmeyecekti, görmüyordu zaten.

Onu tanıdığımda perişanlığımın adını koydum. Yolsuz, arsız, umarsız, tımarsız, hırsız, yüzsüz, sözsüz, vakitli vakitsiz bir çırpınışın fotoğrafıydı. Beyazı yoktu, rengi yoktu karalıktan, karanlıktan başka.

Evet... bu cehaletin mührü diplomalara da vuruluyordu nicedir. Sağında gurur, solunda tembellik ile...

Onu tavsif etmekten kendimi alamıyorum; o kadar şöhretli ve "cazibeli" ki... anlata anlata "bitiremiyorum!"

Çok pis bir leke... Çıkmasına çıkar mı bilmem de çok uğraştırır. Yapışkan, sıvışkan, mendebur, kasvetli, uçurumlarım uçurumu, cehennem çukuru...

Bu cehalet çukurunda ne vardı ki böyle; yakamızı bırakmayan

Kabalık...

Fukaralık...

İnat...

Kavga...

Yalan...

Cinnet...

Hastalıkların her biri...

Bakamayış...

Duyamayış...

Doyamayış... Aç gözlülüğün çekilmez hafifliği...

Vesvese, takıntı, kuruntu, bulanıklık...

Karanlık...

Darılmak, daraltmak, bunaltmak...

Sisli puslu yollar, zamanlar...

Daire-i fâside... (Kısır, kusur, kesir, küsur döngüler...)

Gürültü, gevşeklik, gevezelik...

Yaşanmayan mekanlar, dar zamanlar...

Cimrilik...

Hakkına razı olmayış...

Had bilmezlik...

Üstüne lâzım olmayan şeylere vukuf olmak...

-Sözü zaten yok da- sesini yükseltmek...

Ne hâlden ne dilden anlamak...

Her zamanı bir bilmek...

Yol, iz bilmemek...

Yolsuzluk, arsızlık, sırıtıklık...

Yol vermeyişlik...

Denizin ve göğün mavisini, karaların yeşilini başka renklere boyamak...

Korkular, korkutmalar...

Bin bir ömrüne yeter de artar paralar biriktirip gitmek...

Gökyüzünü, güneşi kapatan evler yapmak...

Hakikate sırt dönmek hattâ savaş açmak...

Gökyüzüne küsmek...

Nefeslerinin farkında olmamak...

Bastığı yeri bilmemek, baktığını görmemek...

Gündüz güneşe; gece aya, yıldızlara -ve de geceye bile- göz kırpmamak...

İsraf, israf, israf ile abi, kardeş olmak...

Bunca kimliksizliğine rağmen cehalete "insan" kimliği verenlerin olduğu yerde hayatı bulmanın yollarını bulacaktık.

Yoksa...

Yoksa cehaletin cenderesinde, cehenneminde kıvranmak düşerdi hissemize...

CEHALET AĞA'YA KÖTÜLEME

-Cehaletin noktalama işaretleri, imlâsı, dostluğu, tebessümü, kitap alacak parası, iyi olacak yarası... kısacasıuzuncası insanlıkla arası yok mudur; yoktur.-

Ah, cehalet!

Ah, ürktüğüm, korktuğum en kötü fotoğraf...

Noktan yok; susmayı bilmezsin.

Virgülün yok; her şey bit pazarı...

Soru işaretin yok; her şeyi bilirsin!

Hayretin yok çünkü ünlemsizsin.

Seni görünce bütün bakışlarım üç nokta...

Söyleşemem seninle.

Ölmezsin; yaşamadın ki!

Dostluğun yok; dillerin diken...