Süleyman Seyfi Öğün'ün geçen perşembe günkü yazısını okudum. AB sürecini özetliyor ve son dönemde AB'den Türkiye'ye doğru gelişen yakınlaşmaya dair "hayırdır" sorusunu soruyordu.
Menfaatlerin değil ama askeri ihtiyaçların paylaşımı söz konusu olduğunda yakınlaşmaktan beis görmediklerinin altını çizerek…
Meselenin hakikati bu yazıda ifade edildiği gibidir. Ancak bir hayırdır da bize lazım.
Biz nasıl başardık da son birkaç ayda olası bir alışverişin tarafı olmak pozisyonundan savunma teknolojilerine muhtaçmış imajı çizdik
Nasıl oluyor da Avrupa bize savaş jeti lütfederek bir yakınlaşma gösterir edası takınabiliyor ve okumadığımız raporların bulgularını hatırlatıyor Sonra biz bunu Batıyla yakınlaşma olarak okuyup neden tatmin oluyoruz
Bu sorular samimi bir ekopolitik okuma gerektirir. Çünkü muhtaç imajımızın ne motorla ne başka şeyle ilgisi var. Savunma sanayinde de başka sektörde de muhtaç imajımızın müsebbibi çarpık ve aşırı tutkun ekopolitik yönelimimizdir. Neyi kastettiğimi biraz genişçe izah edeyim.
Bizim için AB macerasının asıl anlamını Öğün Hoca yazısında veriyor; iç dengelerin kıvam alabilmesi için bir enstrüman. En azından Ankara kriterleri tanımlanana kadar öyleydi.
Diğer taraftan AB, Türkiye için hep bir refah projeksiyonu olarak sunuldu. İşte sırlı cümle de bu. Bu cümledeki "refah" alegorik bir ifadedir. Refah kelimesiyle ambalajlanan asıl projeksiyon, Türkiye'nin —daha doğrusu Türklerin— medenileşme projeksiyonudur.
Batıyla medenileşme işinin kökeniyse eskidir.
Osmanlı çöküşünü kendine itiraf edebilecek kadar meşruiyetini sorgulamaya başlayınca Batı medeniyetini referans aldı. Yatayda ve dikeyde siyasi, içtimai ve kurumsal yapısındaki farkları gidermeye çalıştı. Yaptıysa da yaranamadı. Yaptığı çöküşünü garanti altına almaktı. Çünkü Osmanlı medenileşme tercihinin aynı zamanda bir ekopolitik tercih olduğunu ıskalamıştı. Devletiyle, aydınıyla, halkıyla gittiği yolun medenileşmeden çok kapitalistleşme olduğunun pek ayırdında değildi. Konuyu hep başka bağlamlarda ele aldı. Tıpkı bugünkü biz gibi... Yanılgı sürekli oldu maalesef.
Nihayet bu medenileşme projeksiyonu Osmanlı'nın medenileşmesiyle değil parçalanmasıyla sonuçlandı. Kendisi değil ama medenileştiricileri amacına ulaştı.
Evet, bu zehirli medenileşme projeksiyonundan bugün dahi bir türlü kurtulamadık. Olmuş muyuz diye yıllardır yüzümüzü yere eğip "ilerleme" raporlarına tahammül ediyoruz.
İlerleme de refah gibi bir ambalajdır. Refahı da içine alan daha büyük bir medenileşme ambalajı…
Hazırlayanlar 200 yıllık refleksleri biliyor.
Medeniyet bir arada uyum içinde yaşamak demektir. Refah ve ilerlemenin medeniyetin ambalajı olarak kullanılmasıysa yanlış değildir. Medeniyetten murattır bunlar. Bir arada yaşamak ve birbirimizin hünerlerinden yararlanmak bizi daha iyi yaptığından ve bize daha yüksek refah sunduğundan arzu edilir. Birbirimize bağımlı olacak kadar hünerlerimizde farklılaşmak bize yüksek refahı sağlayan esas fenomendir ve var olduğumuzun kanıtıdır.
Varız çünkü Nizamülmülk var, Sinan var, Necati var; çiftçimizin, işçimizin, muzaffer komutanlarımızın hüneri var.
Fakat dünyada kendi medeniyetimizle beraber başka medeniyetler de olduğu halde tek bir medeniyet varmış gibi yapıyoruz.
Biri geri düşer, öbürü çıkar. Doğal fenomendir. Yatırım meselesidir. Medeniyet yatırımı insanı sıfırdan değil, birden veya daha yukarıdan hayata başlatma ve tutundurma yatırımıdır.
Buna karşın refah ve ilerlemeyi tek bir medeniyetin çizgisinden mümkünmüş gibi anlamak hatadır.
En iyi medeniyet en yüksekten başlatan medeniyettir denebilir. Çünkü belirgin şekilde hayata aşağıdan başlatanlar, medeniyet niteliğini kaybeder.
Ancak bir medeniyetin diğerlerinden aşırı ayrışması sömürü olmadan söz konusu olamaz. Aşırı farklar oluşması medeniyetin değil, kapitalizmin gelişmişliğini gösterir.
Refah ve ilerleme için kendi medeniyetinizi değil kapitalist medeniyeti referans alırsanız da sömürülürsünüz.
Kendi medeniyetinizi değil, başka medeniyeti referans alırsanız o medeniyetin askeri olursunuz.

19