Yüz yıl sonra: Gazze, Müslümanları "bir" olmaya çağırıyor

Bugün Gazze'de İsrail'in uyguladığı barbarca soykırımın 150. günü. Tam beş aydır dünyanın gözü önünde insanlığın bütün değerlerini ayaklar altına alarak uyguladığı insanlık suçlarını pervasızca, şımarıkça uygularken kendisine karşı duracak hiçbir gücün olamayacağına güvenerek yapıyor yaptıklarını. Bu vesileyle meşhur Mısırlı filozof Abdülvehhap el-Messiri'nin İsrail'in aslında yeni ve sürpriz olmayan bu azgınlığının dayandığı gücü tekrar hatırlayalım: ABD'nin sınırsız desteği ve Arap-İslam ülkelerinin sınırsız tepkisizliği. ABD'nin sınırsız desteğini geçelim. O da kendine yakışanı yapıyor, ki İsrail'in soykırım suçlarının ortağıdır kendisi. Ancak Arap-İslam dünyasının suskunluğuyla ilgili gerçeğin bir yanını hatırlamak ve irdelemek için önemli bir tarihin içindeyiz. Arap ve İslam dünyasından Müslümanları ilgilendiren uluslararası meselelerde bir Müslüman aktör olarak devreye girmesi için gerekli iradenin ve inisiyatifin bariz yoksunluğu ile karşı karşıyayız. Gazze'deki ölçüsüz şiddet ve soykırım sadece Filistinlilere karşı yapılmıyor. Başta bütün Araplara, sonra bütün Müslümanlara yönelik bir aşağılama halini alıyor saldırılar. Ardından gelen klişe soru: 300 milyon Arap veya 2 milyar Müslüman 6-7 milyonluk İsrail karşısında hiçbir şey yapamıyor mu Neden yapamadığı aslında çok açık ve bu şartlara Müslümanları mahkûm eden bir tarihsel süreci her vesileyle irdelemek gerekiyor. Evet, bugün hiçbir İslam ülkesi Müslümanları ilgilendiren bir hususta uluslararası planda inisiyatif alarak hareket etmemektedir. O yüzden Müslümanların başına, Müslüman olmaları dolayısıyla gelen bütün musibetleri her grup, her topluluk kendi başına çekmek zorunda kalıyor. Konunun elbette bundan tam yüz yıl önce dünya Müslümanlarının siyasi birliğinin, yani hilafetin ilga edilmesiyle veya "TBMM'nin manevi şahsiyetinde mündemiç ve mahsur" hale getirilmesiyle ilgisi var. Cumhuriyetin kuruluşundan sadece 4 ay sonra (3 Mart 1924) Türkiye'yi bütün Müslüman dünya üzerinde söz sahibi ve sorumlu kılan, ama aynı zamanda dünyadaki bütün Müslümanların da ilgili olduğu bir siyasi kurum olarak Hilafet Türkiye'nin tek taraflı kararıyla lağvedildi. Hilafetin kaldırılması her ne kadar münhasıran Türkiye'nin kendi içinde girdiği yeni laikleşme, modernleşme sürecinin içinde ele alınıyorsa da her şeyden önce bütün dünya Müslümanları adına sonuçları olan bir karar olmuştur. İkincisi bu karar Türkiye için bir devrim, hatta bir zafer gibi sunulmuşsa da sonuçları itibariyle Türkiye'yi sahip olduğu siyasal güç açısından alabildiğine daraltan, uluslararası nüfuzundan ve iktidarından bir çekilmeye denk gelmiştir. Nitekim bu karar Osmanlı açısından bakıldığında, Osmanlı'nın galip geldiği bir sürecin sonunda değil, mağlup olduğu ve parçalanmış olduğu bir sürecin sonunda gelmiştir. Buna rağmen İstiklal harbimiz esnasında hilafetin etki alanlarının tamamından Türkiye'ye fiili ve maddi yardım ve destekler akmıştır. İstiklal harbi büyük ölçüde İslam vatanını ve birliğini kurtarmak motivasyonuyla hem Anadolu'nun hem de bütün İslam dünyasının desteğiyle yapılmıştır. Hilafeti kurtarmak üzere Hint Müslümanlarının yolladığı paraların hikayesi herkesin malumudur. Hilafetin Türkiye tarafından tek taraflı olarak kaldırılmış olması, Türkiye'nin kendisi için ne anlama gelirse gelsin, diğer açıdan Türkiye'nin merkezinde olduğu bir birliğin feshedilmesi ve bu birlikte bir temsil, güç ve eman bulan dünya Müslümanlarının başsız, temsilsiz ve sahipsiz kalmasına yol açmıştır. Halifeliğin kaldırılması üzerine o gün yapılan değerlendirmelerde aslında bizzat Müslüman münevverler tarafından da halifeliğe yapılmış eleştirel birikime de müracaat edilmiştir. Halifeliğin dinsel bir anlamının olup olmaması, işlevini yerine getiriyor olup olmaması, tarihteki kötü uygulamaları gibi mülahazalara yer veren bütün bu eleştirel birikim kimsenin meçhulü değildi. Ama o eleştirileri yapan Müslüman münevverlerin ufkunda hiçbir zaman Halifeliğin kaldırılması seçeneği oluşmuyordu, olsa olsa günün şartlarına göre revize ve ıslah edilmesi vardı. Halifeliğin Türkiye'ye ne kazandırdığı ve kaybettirdiği elbette ayrıca tartışılabilir ama o saatten sonra bütün dünya Müslümanlarını temsil edecek, onlar adına tehditleri, saldırıları algılayacak ve tedbirlerini alacak bir siyasal varlığın kalmamış olduğu bir gerçektir. Yani bu kararla Türkiye bireysel olarak kendi yolunda gitmeye karar vermiş olmadı sadece, arkasında koca bir İslam dünyasının siyasi birliğini temin eden şartları da yüz yıldır bir daha telafi edilemeyecek şekilde yok etmiş oldu. Kendi kaderine karar vermedi sadece bütün Dünya Müslümanlarının