Üniversitede ve din söyleminde popülizm sorunu

İlahiyatlarla medreseler arasındaki karşılaştırmayı hangisinin halka daha yakın olduğu üzerinden karşılaştırmanın varıp dayandığı bir handikap var. İlimde, hakikatte popülizm meselesi. Bir mecrada bu konuları konuşurken çok değerli siyaset bilimcisi iktisatçılarımızdan Prof. Dr. Ömer Demir'den haklı bir uyarı geldi. Üniversite-halk ilişkisinde fazla popülizme kaymanın bilimin veya felsefenin ortaya koyabileceği hakikatleri popülizme kurban etme tehlikesine dair bir uyarı. Bizde 1933 yılından itibaren üniversitenin veya bütün eğitim kurumlarının halkı Aydınlanmacı bir despotizm eşliğinde dönüştürme misyonu o kadar öne çıkmıştır ki, bilahare üniversiteye yönelik karşı-reformların en büyük motivasyonlarından biri üniversiteyi halka açmak olmuştur. Bu yönde kabul edelim ki büyük bir mesafe de kat edilmiştir. O kadar ki, şimdi belki de tam tersi bir sorun ciddi anlamda hissedilmeye başlanmıştır. Demir'in de ifade ettiği gibi üniversite-halk ilişkisinin sağlıklı tesisinde "bir tarafta her yaptığı makul ve meşru 'halk' veya 'millet' diğer tarafta da 'öteki' kurumlar yoktur. Eğitim kurumları, halkın (veya bir kısmının) daha önce hiç bilmediği veya duymadığı şeyleri öğrenmesi ve benimsemesi için çalışır. Üniversitenin 'halklaşması' değil, halkın üniversitelileşmesidir aslolan. İllerin iç işleriyle fazla hemhal olmaya hevesli üniversite yönetimlerinin, kurumlarını iyi üniversite olmaktan uzaklaştırma riskleri artar. Farklı ve aykırı olanlar, halk içinden daha fazla üniversitelerde kendilerine barınacak yer bulurlar. Kısaca, sorunları üniversite yoluyla çözme işi, içiçelik kadar mesafeli olmayı da gerektirir."Üniversitenin özgürlüğü ve özerkliği elbette içinde üretilen her bilginin halka tek taraflı dayatılması için değil, bilim ve düşünce adına üretilebilecek ve belki de belli süzgeçlerden geçtikten sonra insanlığa mal olabilecek, çığır açabilecek, paradigmatik dönüşümler yapabilecek en aykırı düşüncelerin bile yeşerip serpilmesine uygun bir zemin bulabilmek açısından gereklidir. Belki bu açıdan üniversite kampüslerinin şehrin veya toplumun rutinlerinden bir nebze kopuk olması mazur ve hatta gerekli bile görülebilir. Bu kadarını bazı medrese hocalarının inziva ve uzlet pratikleriyle ortaya koymaları da mümkün. Burada Vahdettin İnce'nin halkla daha içiçe olmak adına medreseler lehine ortaya koyduğu farkların da İslam dünyası için çok daha farklı bir tarihi yazılabilir. Erol Güngör "İslam Dünyasının Meseleleri"nde bu tarz bir tarihi İran ve Türkiye'nin modernleşme serüvenlerine intibak açısından denemiştir. Türkiye'de Osmanlı'daki tarihinden beri hep devletle içiçe ve devletin gözetiminde gerçekleşmiş olan temel veya yüksek din eğitimi Cumhuriyetle birlikte bir kırılmaya uğramışsa da ellili yıllardan itibaren İmam-Hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin açılışı ve Diyanet kurumunun işleyişiyle birlikte farklı bir sentezle de olsa aynı şekilde devam etmiştir. Aslında Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye için öngörülen dini hayat tamamen pozitivizm ikameli bir İslamsız hayattır. Ancak bu tutmamıştır. Niyetlenilen, planlanan ve ortaya çıkan dini kurum ve pratik arasında ciddi bir fark oluşmuştur. Her halükârda din eğitimi devletin gözetimi ve himayesi altında gerçekleşmiştir. Ama bu himaye ve gözetimde ilk kuruluş idealine uygun model her zaman kendini az da olsa tekrarlamıştır. Bugün bazı ilahiyatçılardan yana gördüğümüz ürkütücü fikirler ve söylemler tam da tek parti yönetiminin ilahiyatların açılışına izin verirken görmeyi şart koştuğu din-ideoloji ufkunu işaret ediyor. Kur'an-ı Kerim'i Türkçeye çevirirken hedeflenen, insanların İslam'ın güzelliklerini görüp daha iyi inanmış Müslüman olmaları değil, bilakis içerdiğini iddia ettikleri saçmalıkları (!) görüp dinden soğumalarıydı. Bu kadar cahil bir özgüven vardı Kur'an'ı Türkçeleştirmenin arkasında. Kur'an'ı