Türkiye'nin genç ve "hızlı" üniversiteleri
Türkiye'nin üniversiteleşmeyle ilgili son yirmi yılda katetmiş olduğu seviyenin sosyolojik, siyasi, ekonomik ve kültürel bir dizi sonuçları vardır. Diyebiliriz ki üniversiteleşme Türkiye'nin hem kalkınma hem demokratikleşme tarihiyle ilişkisi bakımından en dikkat çekici gelişmelerden birisidir. Bunu söylediğimizde elbette olumlu ve olumsuz yanlarıyla karşımızda bir karmaşık gelişmenin olduğunu söylemek durumundayız. Yani neredeyse nüfusun yüzde onuna ulaşmış olan bir üniversiteleşme oranı var. Bir başka açıdan yirmi yıl gibi bir süre içinde yüzde 3'lerden yüzde 10'lara kadar çıkmış bir üniversiteleşme oranı. Bu her şeyden önce "hız" boyutuyla görülmesi gereken bir gelişmedir. Toplumsal gelişmede hız, hatta aşırı hız her zaman bir dizi komplikasyona yol açar ve sağlaması beklenen faydalarla birlikte mutlaka çok büyük sorunlara da yol açar. Hızlı kentleşme, hızlı sanayileşme, hızlı kalkınma vs. Bütün bu gelişmelerde hız ile bir araya gelen gelişmelerin hepsi ne kadar olumlu olsa da hızın kendisi toplumun hazmetme kapasitesine çarpar ve söz konusu sorunları da beraber yaşatır. AK Parti'nin 23. Kuruluş yıldönümü dolayısıyla gerçekleşen en önemli kalkınma hamlelerinden birinin de üniversiteleşme alanında olduğunu söylerken, Türkiye'nin adeta bir üniversite ülkesi haline getirilmiş olduğuna değindik. Üniversiteleşme, bilimselliğin kurumsallaşması ve gelişmesi, Cumhuriyetin ilk yıllarında ilan edilen ama bir arpa boyu yol alınmamış hedeflerden biridir. Doğrusu sözde hedef ilan etmek hiçbir şey değildir, aslolan o hedefe doğru yol yürünüp yürünmediği, bu yolu yürümeye niyetli olup olunmadığı ve bu niyete uygun bir yönde olup olunmadığıdır. Yeri gelmişken hatırlatalım ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı'dan devralınmış olan üniversite yapısının üzerine 27 yıl boyunca hiçbir somut şey katılmış değildir. 1933 Yılının Ağustos ayında yapılan üniversite reformunun tek sonucu resmi ideolojiye tam bir teslimiyetle biat etmemiş olan Darülfünun kapatılıp yerine İstanbul Üniversitesinin kurulmuş olmasıdır. Bu geçişte ise öğretim üyelerinin sayısı neredeyse yarı yarıya düşmüş, yeni sisteme intibak edememiş olan öğretim üyelerinin işine son verilmiş, yola tam biatı kabul edilmiş olan öğretim üyeleriyle devam edilmiştir. Bir de Ankara'da kurulmuş olan DTCF'ne "bilimsellik" namına sistemin bir ideolojik aygıtı olmaktan öte bir misyon yüklenememiştir. Buna bilahare dönelim. Türkiye'de üniversiteleşme aynı zamanda ülkenin uluslararası düzeyde kendine bir yer bulma veya daha ötede bir iddia sahibi olmasıyla paralel olarak gelişmiştir. Yıllar önce Daniel Bell sanayi ve tarım arasında salınan gelişme rotalarına hizmet sektörünün eklenmesiyle birlikte bütün kalkınma teorilerini yeniden gözden geçirmeyi sağlamıştı. Bu yeni rotada üniversite eğitimi çok anahtar bir role sahip olacaktı, çünkü geleceğin dünyasını çok farklı ve çok nitelikli alanlardaki beyaz yakalı hizmetler belirleyecekti ve bu yeni dünyanın ihtiyaç duyacağı insanı üniversiteler yetiştirecekti. O yüzden üniversiteleşme bu dünyada rekabet etmenin, ben de varım demenin, hatta benim bir iddiam var demenin en önemli mecrasıydı. Türkiye üniversitelere hâkim olan bağnaz bir laikçi, bilimselliği kendi ideolojik havsalasında boğmuş bir kendini-sömürgeleştirmiş anlayış yüzünden çok vakit kaybetti. Yoksun olduğumuz yeraltı zenginliklerini fazlasıyla ve daha iyisiyle telafi edecek tek imkanımız olan insan kaynağını zamanında değerlendiremedik. Başörtüsüydü, katsayıydı, yerliciydi, şuydu, buydu, üniversiteleşmemiz onlarca yıl sekteye uğradı. Bugün ise kaybolan yılların telafisi için bir aşırı hızla ilerleyen ve o hızla neredeyse bütün dünyada fark oluşturan bir üniversiteleş-memiz söz konusu. Tabii ki aşırı hızın sorunlarıyla, yan etkileriyle, belki zararlarıyla. Mesela daha önce değinmiştik, bu aşırı üniversiteleşmenin aile hayatına, çalışma hayatındaki dengeli dağılıma, kültürel hayatımıza çok travmatik etkileri oluyor ve bunları değerlendirecek tedbirler halen düşünülebilmiş değil. Ancak aşırı hızın bir de kaliteden taviz vermek anlamına geldiği, üniversitelerin "tabeladan ibaret" kaldığı yönünde şom ağızlı bir yaklaşım da var. Türkiye'de üniversitelerin sürekli geriye gittiğinden dem vuran bu yaklaşımın gerçekten Türkiye'de üniversitenin hangi dönemini baz aldığını anlamak mümkün değil. Üniversite seviyesinin daha kötüye gittiğini tespit edebilecekleri nasıl bir referans noktası olduğu sorusunu sormuştuk. Anlaşılan