Balfour ve Hilafetin ilgası veya İsrail'in kuruluşu ve İslam Birliği fikrinin uyanışı

İsrail devletinin kuruluşu ile Müslümanların halifesizleşmesi arasında tarihsel olarak yakın bir korelasyon olmuştur. Filistin topraklarında bir İsrail devletinin kurulmasını öngören Balfour Deklarasyonu bunun Halifenin varlığında mümkün olmayacağı bilgisin ve gerçeğini de içeriyordu. O yüzden İsrail devletinin kurulması yolundaki sürecin bir aşaması Halifeliğin kaldırılmasını da gerektiriyordu.

Filistin cephesinde gösterilen zafiyette başrolü oynamış bütün aktörlerin Halifeliğin kaldırıldığı yeni siyasal düzenin de baş aktörleri arasında olması bu hikâyenin sürekliliği içinde takip edilmesi gereken bir ilişki. Balfour'dan sonra Gazze cephesinin ardından da Kudüs'ün düşüşünde o zamanki Osmanlı subaylarının ancak kasıtla izah edilebilecek zaafları üzerinde hiç durulmamış olmasının izahı bu tablodan bakıldığında o kadar da zor değildir.

Savaşı kazananların arasında yer alanların kendi sebep verdikleri yenilgiden dolayı hesap verecekleri makamları da yıkmış olmaları dolayısıyla kendilerine şerefli, muzaffer rolü yazılmış olması çok bilindik bir hikayedir. İngilizlerin iki güçlü saldırısına tıpkı bugünkü gibi kahramanca ve asilce direnmiş ve düşmanı püskürtmüş Gazze'nin üçüncü saldırıdaki yenilgisi aynı kahramanların zaafları yüzünden değil, kumanda edenlerin zaafı yüzünden olduğu çok açıktır.

Arkasından Kudüs'e gelen İngiliz birliklerine sırf Kudüs'ün güya tarihi, manevi, kültürel, mimari yapısına savaşla halel gelmesin diye hiç direnmeden İngilizlere teslim ederek çekilmenin hiçbir değerli tarafı olamazdı tabi. Ama bu bile bir asalet örneği gibi sunulmuştur. Oysa bütün oyun Balfour Deklarasyonunu ilan edenlerin yazdıkları senaryoya uygun oynanıyordu ve bu oyunda Osmanlı ordusunun içindeki birileri de kendilerine yazılmış rolü oynuyordu.

Türkiye'nin İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılına kadar bu topraklara karşı tamamen kayıtsız bir siyaset gütmüş olduğunu biliyoruz. Hiçbir hak iddia edilmemiş, hiçbir tasa da taşınmamıştır. Arap ihaneti efsaneleri uydurularak asıl büyük ihanetler gizlenmiş ve topluma bu bölgeye lakaytlığın gerekçesi olarak bir tür milli küskünlük hali bile benimsetilmiştir. Halkın tek parti yönetimi altında hiçbir sözünün olmadığı bir durumda 1948 Mayıs'ında kurulan İsrail'i 1949 Mart'ında Türkiye ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştır. Tabii ki bütün CHP politikaları gibi: "halka rağmen".

O dönemde halkın herhangi bir politikaya itiraz edebilecek bir mecali mi kalmış


İSRAİL'İN KURULMASI VE İSLAM DÜNYASI FİKRİNİN UYANIŞI

İsrail'in kuruluşuna karar verilmesi ile Hilafetin ilgası arasında bu şekilde bir korelasyon oluşurken, kaderin garip cilvesine bakınız ki İsrail devletinin kurulması ile bozulmuş, parçalanmış İslam Dünyası fikrinin tekrar canlanması arasında da bir korelasyon oluşmuştur. Hilafetin kaldırılması ile başsız ve bedensiz kalan İslam dünyasında tekrar bir İslam Birliği fikrinin uyanması İsrail Devletinin kurulmasıyla birlikte uyanmaya başlamıştır. Daha önce Hilafetin kaldırılmasından sonra oluşan boşluğa bütün İslam dünyasına yayılan ulus-aşırı bir sivil toplum tepkisi olarak Müslüman Kardeşler ile Cemaati İslami'ye değinmiştik. Özellikle birincisi İsrail'e karşı Arap savaşı olarak bilinen bütün savaşlarda cepheye sevk ettiği gönüllülerle temayüz etmiştir.

Ancak devletler düzeyinde de İsrail taşıdığı bütün şer tabiatıyla birlikte bazı hayırlara da vesile olmuştur. Suudi Arabistan Kralı Faysal'ın Mescid-i Aksa'nın yakılmasına karşı bütün dünya Müslümanlarının tepkisini temsil etmeye koyulması ve İslam Konferansını (İKÖ) toplaması Hilafetin ilgasından sonra mevcut dünya düzeninde yeni bir siyasi eksen olarak İslam'ın ve Müslümanların hatırlanmasını sağladı. Sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ismini alacak olan bu yapı bugün hala istenen performansta olmasa da çoğu Hilafet-sonrası şartlarda sömürgeleşmiş İslam ülkelerine, yönettikleri Müslüman halkları, değerlerini ve arzularını temsil etme yükümlülüklerini de hatırlattı.

Bu yükümlülüğün performansında sergilenen zafiyet artık bu yönetimlerin üzerinde bir imtihan, bir sorgu-süal konusudur. Yetmez ama hiç yoktan-iyi bir baskı konusu bu. Sosyolojik bir kuraldır tabi: Saldırılar grup kimliğini uyandırır dayanışma ruhunu ve asabiyesini besler, pekiştirir. Siyonist İsrail saldırganlığı ve ona karşı hiç pes etmeyen Filistin direnişi bu damarı sürekli besledi. Mesela bu sayede, Hilafet döneminde bile bağları yeterince işlek kılınamamış olan Afrika'daki Müslüman ülkeler bile İslam Birliği fikrine ve ilişkilerine angaje olmuştur.


İKÖ 30'DAN FAZLA AFRİKA ÜLKESİNİ İSRAİL'DEN KOPARIP İSLAM İŞBİRLİĞİNE KATTI

İsrail kurulduğu andan itibaren özellikle 1950'ler ve 1960'lardan beri Afrika'da Batı ile yakın bağlarını ve "kalkınma ve tarımsal iş birliği" söylemini kullanarak oldukça aktif bir rol oynamıştır. Tel Aviv, 30'dan fazla Afrika ülkesiyle diplomatik ilişkiler kurmuş, teknik ve eğitim desteği sağlamış ve bazı yeni bağımsız rejimleri desteklemiştir. Buna karşılık, Arap-Afrika ilişkileri sınırlı kalmıştır.