İnsanlık fitne ve fesat ile karşı karşıya

Daveti, yapmazsanız, tevhide çağırmazsanız, imanı yaymazsanız, insanlık fitne ve fesat ile karşı karşıya gelir. Ey Müslümanlar, siz insanlığın muhafızlarısınız, kâinatın zübdesi ve efendilerisiniz, insanlığın rahat ve huzuru sizlere bağlıdır. Davet, süreklilik isteyen bir hizmettir. Minber ve kürsülerden abdest, namaz, teyemmümden bahsedildiği halde, bütün peygamberlerin en öncelikli görevi olan davet ve tebliğ az işlenmektedir. Oysa ikisi de farzdır. Müslüman kendini Allah'a adayan kişidir. Bu sebeple O'nun rızası dışında bir iş yapmaz. Diğer bir anlatımla; Müslüman nefsini, malını cennet karşılığında Allah'a vermiştir. Mesela çocuklarımızdan birinin hasta olduğunu düşünelim, onu bırakıp gezmeye, eğlenmeye plaja, sahile gider miyiz

Keza, evimize bir yangının düştüğünü düşünelim. Ev, alevler içinde yanarken başka bir şeyle oyalanır mıyız Hasta çocuğumuzu ve yanan evimizi kurtarmak için her şeyimizi vermez miyiz Davet bütün varlığımızı kaplamalı, suyun ağaçta, kanın vücutta yayılması gibi hayatımızı kaplamalı, nutuk ve söylem yerine inanç ve akide haline dönüşmeli, hiçbir an hatırımızdan çıkmamalıdır. Ömür Allah'ın en büyük nimetlerindendir, emanettir. Rabbimize, nefsimize toplumumuza ve hatta sahip olduğumuz hayvanların da ömrümüzde hukuku vardır. İnsanları doğruya davet etmekle ilgilenmek, peygamberlerin yöntemidir. Onlar, irşadı inzivaya tercih ettiler. Halkın arasına korkmadan çekinmeden katılmak, kahramanların mesleğidir. Davetçi asla insanlardan çekinmez. İlaç, çare ve kurtuluş programı onun yanındadır. Müslümanları ilgilendiren bir olayı hatırlıyor ve hatırlatıyorum.

Camide ayakkabısı çalınan arkadaşımın dikkatle reaksiyonunu bekliyorum. Arkadaşım bir takunya geçiriyor ve diyor ki: "Benim, ayakkabılarımı cemaatle namaz kılmaya gelen bir Müslüman almadı. Benim ayakkabılarımı bir hırsız çaldı. Şeytanın bacağını kırmak için bu camiye daha sık geleceğim." Ve Kapalıçarşı'ya koşuyoruz, hemencecik bir ayakkabı almak için. Macerayı anlayan ayakkabıcı, arkadaşımın davranışını tasdik ediyor ve diyor ki: "Ben daha ileri giderek söyleyeyim, Müslümanlıkla Müslüman birbirinden farklı şeylerdir. Bu ikisini tefrik edemeyen çok bunalır ve izah güçlüğüne düşer. Ama bu farkı bildiniz mi, değil böyle basit hırsızlıkları, İslam'ın ruhunu çalıp kendi menfaatlerine ve hırslarına alet etmek isteyenler bile sizin için mesele olmaz."

Düşünüyorum da insanları mizaçlarının esiri görüyorum. Görüyorum ki, mizaçları bazen insanların hareket tarzını her şeyden daha fazla tayin etmektedir. Hatta dini hükümlerden de. Hatta herkes dini hükümleri kendi mizacına göre tefsir etmekte yahut değerlendirmekte. Hatta mizaçlarını din zannedenlere dahi rastlamak mümkün. Akıl almaz bir sır. Bir muamma. Bunu en güzel anlatımını Bektaşi'nin "Siz zenginler zekâtı ve haccı, biz fakirler de namazı ve orucu kaldırdık, geriye İslam'ın şartı olarak sadece kelime-i şahadet kaldı" esprisinde görebiliriz. Ne mutlu o zengine ki, zekâtını fazlasıyla verir, ne mutlu o fakire ki, namazını ve orucunu ihmal etmez. Bir de çevreye göz atalım.

Müslüman ve Çevre

Kötü çevreden yılandan sakınır gibi sakınınız. Unutmayınız ki kötü çevre, engerek yılanından daha beter zehirler.

İnsan hayatı her zaman sakin değildir. Bazen bu denizde fırtınalar kopar. Böylesi durumlarda size, sığınılacak bir liman olacak dostlar edinilmeli. Öyle dostlar ki, düştüğünüzde kaldıracak, tökezlediğinizde tutacak ve hatta dizleriniz tutmaz olduğunda sırtına alacak.

Bireysel saldırıya bireysel savunma yapabilirsiniz. Ancak toplumsal saldırıya karşı bireysel savunma işlemez. Toplumsal savunma yapabilmek için karşı-toplum oluşturmak zorundasınız. Caddelerin, yığınların ruhunuzun üzerindeki olumsuz etkisinden arınmak için, vizesiz, pasaportsuz kendinizi kaldırıp atacağınız gönül okyanusları tedarik edilmeli. Gönül dünyamızın sınır tanımadığı da unutulmamalı.