Devletimize, vatanımıza, ezanımıza, bayrağımıza sahip çıkalım!
Önceki İslâm'da Devlet Bilgimiz yazımda devlet meselesinin ne kadar önemli olduğunu yazmıştım. Küresel işgale uğrayan dünyamız ve ülkeleri "Devlet"in ne kadar önemli olduğunu, adaletin, hakkaniyetin, şefkatin, merhametin, rahmetin devlet himayesinde yerleşeceğini, bireysel, sosyal ve kamuda bunların göstergesinintecellisinin devlette görüleceği daha iyi anlaşılıyor.
İsrail'in, soykırımcı Siyonizmin insanlık için nasıl bir bela olduğunu; saldırganlığı her geçen gün artan alçaklıkları, rezillikleri, katliamları duyanlara duymayanlara, bilenlere bilmeyenlere, görenlere görmeyenlere duyuruyor, öğretiyor, gösteriyor.
Başka insanlara karşı hiçbir sorumluluk, hiçbir sevgi, merhamet ve diğerkâmlık duygusu taşımamaya dayalı ırkçı üstünlükçülük taslamalarını, kendilerini herkesten farklı ve üstün görme hastalığını artık görmeyen yok.Bugün küresel hegemonyasını yürütmekte olan Siyonizmin emrindeki ABD'nin dünyada tesis ettiği düzen hemen herkese dokunan, herkesten bir şeyler alıp götüren bir işgal düzeni.Devlet olarak bilinenler de teröre hamilik yapan, onların silahlarını veren terör devletleri. Bu düzenin altında hiç kimse malından, canından, dininden, aklından ve neslinden yana güvende değil.
Peki bizde devlet neydi, nasıldı
Millet olarak; gökyüzü çadırımız, güneş bayrağımız diyorduk. Yüzyıllarca haçlılarla boğuşmuştuk. Dinimize göre kurulan devletimiz, aynı zamanda dinimizin de koruyucusuydu. Devleti basit bir düzen gibi değil, Nizam-ı Âlem ideali gibi görüyorduk. Kılıcımızı Hakk'ın ateşinde çelikliyor, Hakk'ın emrinde sallıyorduk. Davamız artık kuru bir cihangirlik davası değil; Îlâyı Kelimetullah Davasıydı. Dinimiz kıyamete kadar baki kalacağından, Devletimize de Devlet-i ebed-müddet diyorduk. DevletBaşkanlarımız valilere gönderdiği tebliğlerde, "Teb'amıza iyi muamele ediniz. Onlar ya din kardeşiniz yahut da yaradılışta eşinizdir." Diyorlardı. Tahtlarının arkasına da, bütün mazlumların koruyucusu hâmisi, dostu manasına "Veliyyü külli mazlûmin" ibaresini bulunduruyorlardı.
Mekâna gelince; Osmanlı'da dünyadan ahirete bakan bir mekân anlayışı vardı. İmanı-ameli ihlası maddeye yansımış, o muhteşem mekanların içinde mağrur değil; mütevazı idi. Mekânı ahirete açılan bir pencere gibi görüyor, eserden müessire gitmenin yolu öğretiliyordu adeta...
İnsana ferahlık, aydınlık, sükûnet, huzur, saadet veren, yaşadığını hatırlatan bir mekân anlayışıydı bu. Kışın üşütmeyen, yazın terletmeyen, yormayan, hırpalamayan, dinlendiren apaydınlık bir yapıydı. İnsanını sefertası gibi apartmanlarda oturtmuyor, cam kavanoz gibi nefes almakta zorlanan, toprakla alakasını kesmiş mekanlarda yaşatmıyordu.
O mekân anlayışına bugün ne kadar muhtacız. Paranın, menfaatin, riyanın, dünyevileşmenin kıskacında boğuşan, teknolojinin getirdiği konfor ve rehavet gafletindeki insanımıza 'Nasıl ışık tutar, nasıl huzur nefesi' aldırırız" suali bugünkü mekân anlayışımıza da ışık tutmaz mı Hırs ve ihtiraslarının esiri olmuş insanımıza "insanlık soluğu" üflenmez mi Bizlere bahşedilen nimetler, kanaatle-sabırla-şükürle bir ölçü ve dengeye kavuşturulmaz mı Su alan "insanlık gemisi"ni salimen "huzur limanı"na ulaştırmış olmaz mıyız Dünkü insanımız; kendisini ibadullah "Allah'ın kulları" olarak görüyordu. Küffara karşı şiddetli, celalli; kendi arasında şefkatli ve merhametliydi. Aklı selim, kalbi selim, zevki selim sahibiydi. "Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa alsın" düsturunca, dışarıdan gelen faydalı hususlara açıktı. Cemiyetin menfaatini, şahsi menfaatinden üstün tutuyordu. Dün ineğini komşusunun çayırında, "izinsiz otlattı" diye, akşam sağdığı sütü komşusuna gönderen, alacaklısı bulunduğu kimsenin ev veya ağacının gölgesi altında gölgelenmeyi fâiz sayan, izinsiz girdiği bağdan kopardığı üzüm salkımının parasını üzüm dalına asan insan, bizim insanımızdı. Nalsız beygire yük vurana, hayvana zulmettiğini hatırlatan, buzağılı ineği sonuna kadar sağmayı yasaklayarak buzağıya yeterli süt payı bırakma mecburiyeti getiren de bizim insanımızdı. Saksıdaki çiçekleri dahi konuşturuyorduk.
Mesela camın önüne konmuş saksıda sarı bir çiçek varsa, bunun manası "Ey yolcu! Bu evde hasta var. Yüksek sesle konuşup onu rahatsız etmeyiniz. Şayet saksıda kırmızı çiçek varsa "Ey yolcu; bu evde gelinlik kızımız var. Kullandığın kelimelere dikkat et. Ağzından galiz bir kelime çıkmasın" mesajı yüklüydü. Hayatımızı ancak devletle sürdüreceğimize inanıyorduk. Tarih de inancımızı doğruluyordu. Yüzyıllarca devletsiz yaşayan, hatta hiç devlet kuramamış milletler hayatlarını devam ettirirken; Bizde ise nerede devletimiz sükût etmiş ise, bir müddet sonra milletimiz de yok olmuştu. Bu sebeple, "Allah devlete millete zeval vermesin." Cümlesini dualarımıza kattık. Alpereniyle, dervişleriyle, dergahları, tekkeleriyle, tebliğ ve irşad halkalarıyla, geniş bir coğrafyayı, Rumeli'yi mânevî ve millî hamurla yoğurarak uğrunda seve seve ölünen vatan toprağı yaptık. Bu topraklar üzerinde kurulan Devlet idaresini; istidatlı, liyakatlı, dirayetli, adaletli, cesaretli kadrolar teşkil etmişti. Adam yetiştirmeyi, adam istihdam etmeyi çok iyi biliyorduk.Nitekim 16. yüzyıla bakınca, her şeyimizle büyüktük. Devlet Başkanımız Kanunî Sultan Süleyman, Başbakanımız, Sokullu Mehmet Paşa, Amiralimiz, Barbaros Hayrettin, Mimarımız, Kocasinan, Şâirimiz, Bâki, Fuzulî idi.
Bütün bunları gençlerimiz nasıl öğrenecek Bu güzide evlatlarımıza, "devlet-mekân-insan" meselemize bakış açısını nasıl vereceğiz Habire açılan derslik sayısından, yapılan binalardan, bedava dağıtılan ders kitaplarından, dışarıdan devşirme yabancı dil öğretiminden bahsedilerek mi bu bakış açısı verilecek Bilgisayarlarla geliştirilen programlar, ülke kalkınmasında büyük işler başarıyor. Ancak; ahlak, fazilet, vefa, dostluk, duygu, inanç, fedakârlık gibi yüce değerleri internet ağıyla mı vereceğiz insanımıza Ekonomi ve kalkınmada ülkemiz artık geri bir ülke sayılamayacağına göre eğitim ve kültürde de öyle miyiz acaba Kültür ve edebiyat, sanat ve sanat tarihi önemsenmeli.