Nüfusun etnik, kültür, din, ekonomi ve sosyoloji anlamında çeşitlilik gösteren bölgeleri var. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu gibi. Söz konusu bölgelerin bu yapısı hem avantaj hem de dezavantaj oluşturuyor. Farklı kültürleri bünyesinde barındırıp bunlardan istifade etmesini bilen ülkelerin yönetiminde büyük avantaj sağlandığını söyleyebiliriz. Ama bu sosyolojik çeşitliliği milliyetçilik ve jakoben bir yaklaşımla yok etmeye çalışan yönetimlerin de başlarını büyük belalara soktukları bir gerçektir. İlk olarak bu gerçek Balkanlarda görüldü. Osmanlı yönetimi altında kültürel ve yönetsel zenginliğin adresiydi. Osmanlı bürokrasisi büyük ölçüde bu coğrafya menşeliydi. Tabi Batı medeniyeti egemenliğinden sonra bu çeşitlilik büyük bir yıkımın, kanlı bir sürecin, katliamların, sürgünlerin, yer değiştirmelerin, mübadelelerin adresi haline geldi. Bu yüzden bir bölge karışınca, düne kadar komşu olan insanlar birbirlerini boğazlamaya başlayınca, bu durumun literatüre girmiş adı "Balkanlaşma" oldu. Çünkü Balkanlar Osmanlıdan sonra bir türlü istikrar yüzü görmedi. Bir ara Yugoslavya adı altında sakin bir dönem geçirdiyse de sonra yine karıştı. Günümüzde Avrupa Birliği çatısı altında kısmi bir sükunete kavuştuğu söylenebilir. Siyasal ve sosyolojik homurdanmalar bu sükunetin fazla sürmeyeceğini gösteriyor. Kılavuzu Batı medeniyeti olanın akıbetinin pek hoş olmayacağı tecrübeyle sabittir.
Kafkaslar da tıpkı Balkanlar gibi çok kanlı bir süreçten geçti. Sovyet yönetiminden sonra Gürcistan, Çeçenistan, Azerbaycan, Ermenistan çatışmaları onlarca yıl sürdü. Bugün bir nebze durgunsa, bu da Türkiye, Rusya gibi büyük güçlerin himayeleri sayesindedir. Yani bu güçlerin başka meselelerle yoğunlaşmaları durumunda ortalık her zaman karışabilir, Kafkaslar patlayabilir. Çünkü Batı medeniyeti çeşitlilikleri değer üretici bir potada birleştirmiyor, tam tersine var olan doğal değerliliği de derin bir çoraklığa dönüştürüyor.
Orta Doğu da öyle. Bildiğiniz gibi etnik, kültür, mezhep ve sosyoloji açısından Balkanları ve Kafkasları andıran çeşitliliğine karşın, İslam'dan sonra kurulan büyük Müslüman imparatorluklar zamanında büyük ve müreffeh bir istikrar adasıydı bu bölge. Bu köşede sıkça dikkat çektiğim Batı medeniyetinin her bakımdan referans güç olarak benimsenmesinden sonra o zenginleştirici, değer üretici çeşitlilik bugünkü gibi ölümcül bir yoksunluğa, verimsizliğe, değersizliğe dönüştü. Hemen hemen her on senede bir otomatiğe bağlanmış gibi deyim yerindeyse ortalık toz duman oluyor. Kargaşanın biri bitiyor, bir diğeri başlıyor. Orta Doğu'nun çatışmacı, kanlı değersizlik sürecini örneklendirmeye kalksam bu köşe yetmez. Nitekim Afganistan gibi bazı ülkelerde ise bu karışıklık bir asır bile sürebiliyor. Bu yüzden ben yazılarımda, özellikle Arap baharı sonrası yaşanan iç savaşları "Afganlaşma" olarak nitelendirmiştim. Sonu gelmez boğazlaşmayı ifade etmek için. Çünkü Sovyetlere karşı destansı bir mücadele veren ve mücadeleyi kazanan Afgan mücahit grupları Başkent Kabil'in hakimiyeti için birbirlerine girmiş ve bu çatışma onlarca yıl sürmüştü. Sonunda Amerikan işgali ile karşı karşıya kalmışlardı. Dolayısıyla Orta Doğu'da her bölge bir Afganlaşma potansiyeline sahipti ve bu niteleme çok yerindeydi.

4