Devlet kavramının güçle ilişkisini hepimiz biliyoruz. Devletin ayakta durmasını sağlayan etken, sahip olduğu güçtür. Gücü tükendiği zaman devlet, ortadan kalkar. Güç, devleti sadece ayakta tutmaz, onu ileri atılma ve büyüme hususunda da motive eder. Gerekli güce kavuşan bir devletin maddi ve manevi sınırlarıyla yetinmesi pek görülmüş şey değildir. Bir yönüyle tarih, sınırlarını aşan güçlü devletlerin oluşturdukları hareketliliğin adıdır denebilir.
Fakat tarihin bize gösterdiği bir diğer husus da devletlerin bu varoluşsal hareketliliklerinin doğurduğu hakimiyetin kalıcı veya uzun süreli olmasının temsil ettikleri değerlere bağlı olduğu gerçeğidir. Bu demektir ki güç, hakimiyet kurmaya yetiyor ama hakimiyeti uzun süreli kılmaya yetmiyor. Moğol istilası bunun en çarpıcı örneğidir. Bir rüzgar gibi Orta Asya steplerinden çıktılar, önlerine çıkan her şeyi kasıp kavurdular ve devletlerin ömrü açısından kısa sayılabilecek bir sürenin sonunda da yok olup gittiler. Çünkü güçlüydüler ama talan dışında temsil ettikleri herhangi bir değer yoktu. O zaman için güçten düşmüş olsa da İslam dünyasının temsil ettiği değerler karşısında tutunamadılar.
İslam, ilk ortaya çıktığı günden itibaren sürekli büyüyerek geniş bir alanda hakimiyet kurdu ve bu hakimiyeti yaklaşık bin dört yüz sene kadar sürdü. Bugün İslam dünyasının maddi hakimiyeti ortadan kalkmış olduğu halde, İslam dininin gönüller üzerindeki hakimiyeti hala devam ediyor. Bunun nedeni, İslam'ın insani değerlerin en rafine, en kapsayıcı, en berrak, en etkili olanlarını temsil etmesidir. Kuşkusuz İslam'dan önce, geçmiş peygamberlerin ümmetleri de tevhidi değerleri temsil kapasiteleri oranında hakimiyet sürdürdüler. Bu ümmetlerden biri İsrailoğullarıdır.
Kur'an-ı Kerim, İsrail oğullarının kurdukları hakimiyet ile temsil ettikleri değerler arasındaki ilişkiyi şöyle dile getiriyor: "Onun hükümdarlığının alameti, içinde rabbinizden bir sekinet, Musa ve Harun ailelerinin bıraktıklarından bir bakiye bulunan... sandıktır" (Bakara, 248). Bu ayette, İsrailoğullarına hükümdar olan kişinin hakimiyeti ile Musa'nın ve Harun'un geride bıraktıkları tevhidi değerler arasında bir bağlantı kuruluyor. Sandıkta Musa'ya vahyedilen tevhidi prensiplerin yazıldığı levhalar yer alıyordu. Nitekim o değerler sayesinde on yıllarca hükümranlık sürmüşlerdi. Sonra değerleri terk edince, beşeri varlıkları da son bulmuştu.
Hakimiyet olgusu ile temsil edilen değerler arasındaki doğal ilişkiyi kavrayan Batı medeniyeti, yeryüzünü sömürge haline getirirken, insanlığa birtakım değerler sunduğunu ileri sürerek varlığını dayattı. İnsanlık hala Batı'nın sunduğu düzmece değerler manzumesini anlama, kavrama, hayatına geçirme derdindedir ve insanlığın bu meşguliyeti sayesinde batı da hakimiyetini hala sürdürmektedir. Söylediğimiz gibi batı medeniyeti herhangi bir gerçek değeri temsil etmiyor, sadece bazı yaldızlı kavramlarla insanlığı buna inandırmış.