İsmail Kartal'la 9'da 9!

Kadın Voleybol Milli Takımımızın tüm ülkeyi gururlandıran başarısı Türkiye spor tarihinin en önemli olayıdır, şeklinde bir manşet atarak başlamak istiyorum.

Mayıs ayından bu tarafa önce Ankara'da, sonra Birleşik Devletlerde, peşinden Almanya, sonra da Belçika'da zaferle sonuçlanan her karşılaşma sonrasında ülkece hop oturduk hop sevinçten ayağa kalktık.

Milletler Liginde kazanılan şampiyonluk sonrasında Dünya sıralamasında birincilik kürsüsüne çıkan Kadınlarımız, bu başarının tesadüf, rastlantı olmadığını Avrupa Şampiyonluğu'na uzanarak gösterdiler ve ülkeye sonsuz bir mutluluk yaşattılar.

Spor tarihine özellikle vurgu yapıyorum; çünkü bu seviyelerde başarıya o kadar uzağız ki başka ülkelerin zaferlerini her seferinde gıpta ile izlemekten neredeyse yüreğimiz sıkışıp göğsümüzün içinde ufalacak hale gelmişti.

Müthiş bir gurur ve heyecan.

Başta Kaptan gibi Kaptan Eda Erdem olmak üzere tüm voleybolculara sonsuz şükranlarımızı sunuyorum.

Elbette Melissa Vargas için bir satır açmadan olmaz herhalde.

Geldiği günden bu yana her sene önce Fenerbahçe'ye katkı verip, bu sene takımın Türkiye şampiyonu olmasında büyük pay sahibi olan oyuncu, Milli formayı sırtına geçirmesinden sonra ülkemize iki şampiyonluk armağan etti, diyebiliriz.

Herhalde tüm dünya sporcularımızı eskiden bizim yaptığımız gibi gıpta ile izliyor, takip ediyor olmalıdır.

Tabii Milli maç ile Süper Lig'deki Ankaragücü-Fenerbahçe karşılaşmasının aynı zaman diliminde çakışması büyük bir talihsizlikti. Böyle planlamalar yapmak uzun erimli ince hesapları bir arada düşünmeyi gerektiriyor. Ortada tüm takvimi belli uluslararası bir turnuva olduğuna göre burada en büyük sorumluluk sanırım Futbol Federasyonuna düşüyor.

Birçok sporsevere bir seçim yaptırmaya zorlamak doğru bir yönetim ve planlama şekli olmadı.

Netice olarak hepimiz iki ayrı ekrandan karşılaşmaları izlemeye çalıştık. Bu yazıyı yazmadan önce futbol maçının geniş özetini tekrar izledim.

Özellikle bazı kritik pozisyonlar. Merak etmeyin, hakem kararlarıyla ilgili polemikle başlamayacağım.

Fenerbahçe hafta arasında Hollanda'da zor bir eleme maçı oynadı. Aslında ilk karşılaşmada turu geçecek skoru elde etmiş olsa da rakip bu işi sanki "mesele elenmek değil, o farkın bir bedeli olmalı ve biz de onu burada ödeteceğiz" boyutuna getirererek sahaya çıkmış gibiydi.

Maç yazısında da belirttiğim gibi o karşılaşmaya İsmail Kartal'ın rotasyon yapmadan çıkması doğru bir karar olmuştu.

Elbette bu maç trafiğinde doğru rotasyon takımın diri kalmasını sağlayan önemli bir hamle de sayılırdı.

Kuşkusuz her durum aynı zamanda bıçak sırtında yürümeye de dönüşebiliyor.

Rotasyon yapıp kaybetsen bir derde, yapmayıp kazansan başka meseleye dönüşebiliyor ki Türkiye'de bunun polemiğini yapmaya hazır çok kişi olduğunu biliyoruz.

Ben İsmail Kartal'ın rotasyon yapmamasını doğru bulan taraftayım.

Tabii dün Fenerbahçe'nin takım halinde oldukça düşük performans ile oynadıkları Ankaragücü karşılaşmasından sonra aynı yerde durmak çok kolay olmuyor.

Örneklerle devam edelim; Dzeko'nun her iki devrede Tadic'in verdiği iki gol pasından birini az farkla dışarı atması, diğerinde de kalecinin kurtaracağı mesafeye ve şiddette vurması akıllara "acaba futbolcu güçsüz mü kaldı" sorusunu getirmiyor değildi.

Bunu Dzeko'nun benzer pozisyonlardaki bitiriciliği ile birlikte değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyoruz elbette.

Diğer tarafta orta alanda İsmail Yüksek ve Fred'in hem müdahale hem de pas isabet sayılarındaki düşüklüğü veya kritik anlarda yaptıkları hataları da ekleyerek düşünme elini arttırmak için iki ayrı koz daha kullanmış oluyoruz.

Hal böyle olunca takım boyunun önceki karşılaşmalara nazaran küçültülerek bol pasa dayalı bir top çevirme şeklinde oynanmasının doğru olacağı gibi bir taktiksel kurgu aklımızı meşgul ediyordu.

Ancak sahada bunun tam tersi çok daha geniş alanlar ve boşluklar gördük.

Fenerbahçe'nin takım boyu büyüdükçe Ankaragücü'nün hem topla oynama alanı genişledi hem de özellikle orta alanda yalnız oynamaya alışmış İsmail Yüksek'e daha kolay baskı yapmanın yolu açıldı.

Diğer taraftan da Ankaragücü savunmasının gerisine atılan uzun toplarla rakip kaleye gitmeye çalışan bir oyun planı izledik.

İlk yarının son 30 dakikasında çok daha etkili bir Ankaragücü vardı sahada.

Bu maçın bir derbi olduğunu iddia eden Tolunay Kafkas Türkiye gerçeklerinin farkındaydı; özellikle böyle maçlarda ilk golü bulmak demek neredeyse 1 puan amortisini kasaya koymakla eşdeğer gibiydi.

Ankaragücü o golü atacak pozisyonlar buldu mu

Evet.

Bunlardan birinde İrfan Can'ın müthiş bir refleks ile topu çıkarması İsmail Kartal'ın oyuna neden Livakovic ile başlamadığı sorusunu orada rafa kaldırdı.

Bu belki de o 1 puanlık amortinin de iptali haline geldi.

İkinci yarı aynı tempoda oynaması mümkün olmayan bir Ankaragücü vardı sahada ve Fenerbahçe usta ayaklarıyla bu durumu değerlendirebilecek bir üstünlük kurdu.

İki önemli pozisyonu kaçıran Dzeko, sağda boş alanda kendini gösteren Osayi'nin önüne çok güzel bir ara pası yuvarladığında benim aklıma hemen Twente maçında bu oyuncu için yaptığım yorum geldi.

Buraya almak istiyorum;

"Geldiği günden bu zamana güçlendi, özgüveni yükseldi. Önemli bir takım oyuncusu haline de geldi. Ancak pas kalitesi hala belli bir seviyenin üzerine bir türlü çıkamıyor. Yaşı göz önünde tutulduğunda bunun geliştirilmeye açık olduğunu düşünüyorum. Çalışması gerekiyor. Belki de destek alması Eğer bu seviyeyi aşarsa bambaşka bir oyuncu olabilir. Pas kalitesi derken bunun içine oyun görüşünü de eklediğimi ayrıca belirtmek isterim."