Işığı üretmek

İki gün sonra 23 Nisan. Kutlu olsun. Bu yılki 23 Nisan yazımı "ışığı üretmek" teması üzerine yerleştireceğim.

IŞIĞI BEKLEMEK VEYA ÜRETMEK

Gerçekleşmesini istediğimiz bir konuda önümüze iki yol çıkar. Bu yollardan birisi oturup bu şeyin bir şekilde gerçekleşmesini beklemektir, diğer yol ise beklemek yerine o şeyi gerçekleştirmek için işe koyulmaktır.

Gerek geleneksel Batı kültüründe gerek bugün ülkemizde işe koyulmak yerine oturup bekleme eğilimine sıklıkla rastlarız. Örneğin Grimm masallarında Uyuyan Güzel, sabırla bir yakışıklı prensin kendisini keşfetmesini bekler. "Pamuk Prenses" masalında ise cüceler yarı baygın prensesi camdan bir tabuta koyarlar, o da keşfedilmeyi bekler. Sezer cam tabutta bekleyen Pamuk Prenses'i, günümüzde pencere önüne oturup kısmetini bekleyen genç kızlara benzetiyor. Bence bütün bu bekleyişler edilgen, kaderci davranışlardır.

Benzeri edilgenlik toplumsal yaşamın hemen her alanında çıkar ortaya. Çocukluğumda yetişkinlerin "Bir Atatürk gelse de bizi kurtarsa" dediklerini çok duydum. Okuduğum kadarıyla Moğolistan'da da insanlar Temuçin gibi sağ avucunda bir pıhtıyla doğacak ve ülkeyi kurtaracak bir Cengiz Han beklemişler. Bizde bir Atatürk bekleyenler hâlâ var. Bunlara "Beklemek yerine niçin bir tür Atatürk olmaya çalışmıyorsun" demek geliyor içimden.

Batı'nın empoze ettiği üçüncü sınıf bir kişisel gelişimci tavsiyesi, "Sen iste, bütün bir evren sana yardım eder" şeklindedir. Milyarlarca galaksi sizin istekleriniz için mi koşturacak Uzak galaksilerin isteklerinizi nasıl yerine getirecekleri konusunda akılcı ve anlaşılabilir bir mekanizma yoktur.

Tevekkülle iyi şeyler olmasını bekleme konusundaki bir başka davranış 31 Aralık akşamları çıkar ortaya. Pek çok kişi "Yeni yıl ülkemize, dünyamıza bolluk ve barış getirsin" der. Denetim odağı dışarıda olanların bu samimi dilekleri aslında pasif bir bekleyişin ürünüdür, işlevsizdir. 31 Aralık akşamları şöyle desek nasıl olur "Ben yeni yılda ülkeme ve dünyaya bolluk ve barış getirmek için, karınca kararınca elimden geleni yapmaya çalışacağım." Bu cümle, dışarıdan bir şeyler dilemek yerine özgüvenli bir iradenin ifadesi olur.

MUSTAFA KEMAL IŞIĞI BEKLEMEDİ

Mustafa Kemal milletin başına piyango konmasını, ışığın bir yerlerden gelmesini beklemedi. Işığı kendisi üretti. Oysa Birinci Dünya Savaşı'nı ve Sevr Antlaşması'nı izleyen günlerde Mustafa Kemal dışında milletin büyük çoğunluğu kendi kendini kurtarmak yerine dışarıdan birilerine bel bağlamış bulunuyordu. (Bence başkasına bel bağlayan, onun karşısında el pençe divan durup el de bağlar.)

Ülkenin içine girdiği açmazdan nasıl kurtulacağı konusunda bazı aydınlar Amerika'ya, bazıları ise İngiltere'ye güveniyor, Amerikan veya İngiliz mandası olmalıyız diye düşünüyorlardı. İngiliz mandası olma isteğine şimdiki adlandırmayla "Stockholm sendromu" diyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı'nda olanlara rağmen hâlâ İngiliz'in hâkimiyetine girme isteği tam tamına bir Stockholm sendromudur. Savaş sırasında Ürdün'de bir mağaraya sığınan Türk askerlerine İngilizler zehirli gaz atmışlardı. Bu olay Avam Kamarası'nda, "İnsanlara zehirli gaz atmak yasaktır" diye eleştirildiğinde İngiliz Bakan, "Biz zehirli gazı insanlara atmadık, Türklere attık" diyerek vahşeti savunmuştu. İşte bizim bazı dedelerimiz, ninelerimiz böyle düşünen insanların mandası, sömürgesi olmak istiyorlardı. Ne onursuz bir düşünce şekli.