Hiç uyumadan çalışmak...
"Bu çilekeş ve fedakâr insanların çektiklerini yazarak anlatmak aslında imkânsızdır"
Daha önce söylediğim gibi bizim köyümüz bir Türkmen köyüydü. Toprağa, diğer komşu köylere göre geç yerleşmişlerdi. Bundan dolayı, bizim yetiştirdiğimiz ve bildiğimiz sebzenin çeşidi çok az sayıdaydı.Bunlar söylemek gerekirse kabak, patlıcan, fasulye ve bamyaydı. Bunların dışında, başka bir sebze bilmiyorduk. Pırasa, kereviz, ıspanak, lâhana, karnabahar, marul, bezelye, enginar, maydanoz, tere gibi yiyecekleri çocukluğumuzda o yıllarda ne biliyor ne duyuyorduk. Dağlar taşlar yabanî zeytinlerle doluydu ama biz bunları aşılamayı da bilmiyorduk. Köyde sadece iki üç aile zeytin yetiştiriyordu. Onlar bize biraz zeytin verdikleri zaman kendimizi mutlu sayıyorduk.Aynı şekilde, fazla sayıda meyve çeşidi de bilmiyorduk. Hâlbuki tarlalarımız ve bahçelerimiz her çeşit meyve ve sebzeyi yetiştirmeye uygundu. Dağlarda kendiliğinden yetişen "ahlat" denilen yabani armutları aşılamayı da düşünemiyorduk. Düşünmediğimiz gibi köyde de zaten ağaç aşılaması yapacak ziraattan anlayan kimse yoktu.Köylüler Daracık yaylasıyla Gebedere denilen bölge arasında- ki bu iki yer arasında aşağı yukarı yirmi beş kilometre bir mesafe vardı- yaz kış demeden, aç ve susuz, gece ve gündüz, bazen haftalarca, günde yirmi saatin altına düşmeden, bazen de hiç uyumadan, çalışıyorlardı. Hatta buna çalışmak değil, tabiatın vahşi şartlarıyla âdeta savaşıyorlar diyebilirdik. Köylüler rızık elde etmek için âdeta toprakla cebelleşiyorlardı.Bu çilekeş ve fedakâr insanların çektiklerini burada anlatmak imkânsızdır. Görmeden anlamak imkânsızdır. İnanın belki de Türkiye'nin bir başka yerinde onların çektiği çileleri çeken başka insan bulmak belki de mümkün değildi.