Işıldayan insanlar asla ölmez...

Bazen, kendimi uzaklara dalmış, bazı isimleri düşünürken bulurum...
Yine böylesi bir anımda, çok sevdiğim bir şarkıyı dinlerken aynı anda iki isim birden düştü aklıma.. İki adam... İki dev adam... İki adam gibi adam...

- Attila İlhan ve Levent Kırca...

Çok sevdiğim, artlarından gözyaşı döktüğüm iki devrimci... Ülkelerine pırıltı saçmış, Cumhuriyetin iki neferi...

Biri edebiyatta, şiirde, romanda devleşti, diğeri tiyatro, sinema, televizyonda milyonların gönlüne taht kurdu...

Çok acılar, çok çileler çektiler... Asla ödün vermediler... Ölene dek hiç eğilip bükülmediler, ölüme ise dimdik gittiler...
Yazdıkları romanlar, şiirler, oyunlar, skeçler hiç eskimedi... Ne zaman okusanız, ne zaman izleseniz hep gözyaşıyla, kahkahayla, gururla dolardı içiniz... Hani kimileri vardır, yaşarken ne olursa olsun ölünce silikleşir, unutulur gider... Tarih Baba'nın defterinde bir ufacık virgül dahi olamazlar...

Ama kimileri vardır, ışıldayan bir hayata imza atar, tarihe de "unutulmayan" mahlasıyla adeta kazınırlar... İşte öylesine iki değerdi, onlar öldü, biz eksik kaldık, kaybettik...

Ölümün asla yenemediği iki büyük adam olarak geçtiler tarihe!

Türk edebiyatının kaptanı

Attila İlhan İzmir Menemenliydi...

İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken yani 15-16 yaşlarında mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanınca 1941 Şubat'ında okuldan atıldı, gözaltına alındı, tutuklandı, iki ay hapis yattı!

Taa 1944 yılında mahkeme kararıyla okuma hakkını tekrar kazandı. İşte o üç yıllık mücadele, o gencecik çocuğun Türkiye'nin en büyük şair ve romancılarından biri olmasına yol açacaktı...

Siz Attila İlhan'ın, 1948 yılında, henüz Hukuk fakültesi ikinci sınıfındayken Nazım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak için Paris'e gittiğini bilir miydiniz Ya, 1951'de Gerçek gazetesinde yazdığı bir yazıdan soruşturmaya uğrayınca yine Fransa'ya gittiğini, Fransızca öğrendiğini, o yıllarda Türkiye'de tanınmaya, adını duyurmaya başladığını, şiirlerinin elden ele dolaştığını
Ben Atilla İlhan ile tanışmadan, uzun sohbetlerini adeta içerek dinlemeden önce şiirlerinin, romanlarının o vazgeçilmez tadını tatmıştım bile... Bütün şiirleri güzeldi, hayranlık uyandıran bir tasvir gücü vardı; "Kim Kaldı" şiiri vazgeçemediklerim arasındadır. Bir bölümünde şöyle seslenir Kaptan:

- Kim kaldı eski Selanik'ten Laternalar sustu Sürahiler tenha Tek kibrit çakılmıyor Kim kaldı İttihat ve Terakki'den O Jöntürkler ki- hariçten evrakı-muzırra celbederlerdi- O fedailer ki barut öksürürler Sakal tıraşları mavi Kırmızı bıyıkları biber...

Şahane değil mi Peki, ya şuna ne buyurulur:

- Seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim Armagnac demek yirmibeş damla gözyaşı demekmiş Demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim...

"Kaptan" şiirinden... Bir aşk ve özlem nasıl bu denli şiirsel anlatılabilir... O büyük bir şair olmanın yanı sıra büyük bir romancıydı da...

Okurken aynı zamanda bir film gibi içinde yaşardınız... Mesela 27 Mayıs ihtilali öncesini anlattığı "Bıçağın Ucu", mesela Milli Mücadele'yi anlattığı "Sırtlan Payı", 1908 öncesini konu aldığı "Dersaadet'te Sabah Ezanları", 1920-21 İstanbul'unu anlattığı "Allah'ın Süngüleri", İzmir işgalini anlattığı "Haco Hanım Vay" ve diğerleri tabii, anlatılmaz, okunup yaşanabilir ancak!