Benim ilk sinema yazılarım ve Orhan Alkaya'nın ilk şiirleri dergilerde '82'de yayınlanmıştı, onun şiirlerinin kitaplaşmasınaysa daha sekiz yıl kadar vardı. Sinema oyunculuğu şâirliğinden sonradır, 'Seni Seviyorum', 'On Kadın' ve 'Sarı Tebessüm' filmlerindeki Orhan Alkaya'yı seyrettim, ama televizyon kanallarındaki 'Öyle Bir Geçer ki Zaman ki' ve 'Aşk Yeniden' dizilerini pek bilmiyorum.
Aklımda '82 gibi kalmış, çünkü Orhan Alkaya'nın "Seni Seviyorum" filmi ile sinemaya adım atmasından az önceydi, onunla Kadıköyü'nden Kalamış'a doğru edebiyat dergilerini konuşarak yürüyorduk, Orhan benim Fenerbahçe Lisesi'nden ve İstanbul Hukuk'tan arkadaşımdır, asıl samimiyetimizse Süleymaniye'de başlamıştı. Bir ara, yorulduğumuzdan, Yılmaz Öner ağabeyimizin evinin karşı sırasındaki apartmanlardan birinin bahçe duvarına oturmuştuk, Orhan yeni yazdığı şiiri mavi kırmızı pöti kareli gömleğinin cebinden çıkarıp okumaya başladığında, galiba şeytân beni dürtmüştü, arkamızdaki apartmana şöyle bir baktım. Yanılmamıştım, arkamızdaki 9 numaralı apartmandı. Orhan ise, durup dururken dizelerinin arasından çıkmama bir anlam verememişti. Oysa, '75'in başından beri Fener-Kalamış Caddesi üzerindeki O apartman bana korku romanı gibi geliyordu, hatta sonradan yer yer olayın kahramanı Kâzım Teköz'de Jack Torrance'ı yakaladığım bile olmuştur.
Olayı sınıfta beni ara sıra Celal Bayar'a götüren Umur Bayrı'dan duyduğumda, kesinlikle 2 Ocak 1975 günüydü, üç dört arkadaş son iki derste okulu kırıp cinâyet mahallindeki çalışmaları seyretmeye gitmiştik. Elli iki yaşındaki Hataylı zengin avukat Kâzım Teköz, sabaha karşı, Sümerbank'ta avukat olarak çalışan otuz yaşındaki üvey oğlu M. Turgut'u ve Özel Kalamış Lisesi'nde okuyan on sekiz yaşındaki kızı Server Rüçhan'ı bilinmeyen bir nedenle apartmanın 5 numaralı dairesinde tabancayla vurup öldürmüştü. Bu kız, şâyet başka birisiyle karıştırmıyorsam, hayâl meyal Moda'daki Kemal'in Yeri'nden gözlerimin önüne geliyor. Kâzım Bey çocuklarını vurduktan sonra da piyanonun başına geçip sabaha kadar semtteki herkesi uyandıracak derecede yüksek sesle süitler çalmış ve gün ışırken de tabancasını şakağına dayayıp gelmeze gitmiş. Meğerse karısı Tahsin Yesari'nin kızı Betül Hanımmış, semt-i dildârımızın kütükçüsü Müfid Ekdal bir kitabında, aileden hiç kimsenin ismini vermeden, karı kocanın ikinci izdivaçları olduğunu yazmıştı, oğlan da Betül Hanım'ın merhûm ilk kocası Necdet Bey'denmiş. Orhan'a bunu anlattığımda, hemen oradan kalkmış ve hiç konuşmadan Köhne'ye inmiştik. Belki cinâyetten daha korkuç olan şey ise, yolumuzun üstündeki Körfez Sokağı ile Yelken Sokağı arasıydı, çünkü Ömer Seyfeddin kudurmuş bir alafrangalık mübtelâsı olan zevcesi Câlibe Hanım'ın zulmü yüzünden yuvası dağıldıktan sonra bir başına vaktiyle orada bulunan ahşapta ıstıraplı yıllar geçirip, hastalıklarıyla boğuşmuştu.
Benim ilk sinema yazılarım ve Orhan Alkaya'nın ilk şiirleri dergilerde '82'de yayınlanmıştı, onun şiirlerinin kitaplaşmasınaysa daha sekiz yıl kadar vardı. Orhan biz lisedeyken Kadıköyü Halk Eğitim'in Deneme Sahnesi'ndeydi, fakültedeyken ise Şehir Tiyatroları'na girmişti. Sinema oyunculuğu şâirliğinden sonradır, "Seni Seviyorum", "On Kadın" ve "Sarı Tebessüm" filmlerindeki Orhan Alkaya'yı seyrettim, ama televizyon kanallarındaki "Öyle Bir Geçer ki Zaman ki" ve "Aşk Yeniden" dizilerini pek bilmiyorum. Şâirliği aktörlüğünden önce olanlardansa bir Yılmaz Gruda'yı iyi tanıyordum, '75 yazında onun Suâdiye'deki evimize babama sık sık uğradığı oluyordu, aslan sütü masasında mutlaka Arif Damar da bulunurdu. Yılmaz ağabey epeydir Ayşen Gruda ile evliydi, ancak salona girip çıkarken konuşmalardan karısıyla sorunlu bir ilişkileri olduğu işitiyordum, yedi sekiz yaşlarında Elvan isminde bir de kızları varmış, bu kızın birkaç yıl önce elli beş yaşındayken meme kanserinden vefât ettiğini öğrendiğimde nasıl üzüldüğümü ifâde edemem. Üstâdımızın, Attilâ İlhan, Ferit Edgü, Orhan Duru, Ahmet Oktay, Demir Özlü ve Tahsin Yücel ile birlikte Mavi Akımı'ndan geldiğini biliyordum da, '80'de "Kuyumcular" yayınlanana kadar Yılmaz Gruda şiiri okuyup okuyamadığımı çıkaramıyorum.
Her kafadan bir iki isim fırladı da, yahu kimse Altan Erbulak demedi. Oysa, Altan Erbulak'a bayılırdım, mizah yazarı, karikatürist, çigi romancı, çok kişi bilmez ama Medrano Sirki'nde bir hafta palyaço, televizyon yapımcısı, seslendirme sanatçısı, tiyatro ve sinema oyuncusu, say say bitmez, on parmağında otuz marifet. Benim kuşağım için Altan Erbulak daha fazla "Yuki" çizeriydi ve "Yavru ile Kâtip" filmlerindeki Kâtip'in sesiydi. Yıllar sonra onun mizah yazılarını Parantez Yayınları'nın başındayken Metin Celal arkadaşımız "Taş Arabası" ve "Kiracı" isimli iki kitapta toplayarak çok değerli bir iş yapmıştı, bunun için Metin Celal'e müteşekkirim.
Altan Erbulak denince ikinci eşi Füsun Erbulak'tan bahsetmeden olmaz, hanımefendi de tiyatro ve sinema oyuncusuydu. '74'de onun Fenerbahçe Lisesi'nde öğrenciyken "Niçin Geç Kaldım" isimli bir kitabını almıştım, sıra arkadaşım Sinan Bıçakçı'nın romana poşetlik dediğini anımsıyorum, oysa bana pek öyle gelmemişti, ancak yıllar sonra Füsun Erbulak'ın "Altmış Günlük Bir Şey" isimli kitabını da okudum, abov, bazı kısımları Emmanuelle Arsan'a ve Pauline Reage'ya bile nal toplatırdı. Yahu bırakın "Emmanuelle" veya "O'nun Hikâyesi" gibi yumuşak pornoları, "Fırıncının Kızı", "Şeftali", "Ateşli Geceler" ve "Pipa" romanlarının bile "Altmış Günlük Bir Şey" yanında esâmîsi okunmaz. Kitaba roman mı, yoksa başka bir şey mi demek gerekiyor, inanın hâlâ da bilemiyorum. Konusuna gelince, kahramanımız tiyatrocu kadına yirmi yıllık tiyatrocu kocası durup dururken yetmez olduğunda, iki ay boyunca kumpanyadan bir başka tiyatrocunun babatoriğinde cik cik ötmesi anlatılıyordu, altmış gün sonraysa adama onun tabak mezesi bayatlamış geliverdiğinden apoletleri söküp kaçıyordu, kadınsa üzüntüsünden tası tarağı toplayıp münevver görünümlü asrî Lût kavminin bizdeki diyârı olan Bodrum'a inip, orada bir başka kokoz pilâkisine patlak istepnelik yapmaya başlıyordu.
Aslında kitapta kim kimdir belliydi, anlattığı her şeyse kurgu süsü verilmiş hakikatlerdi, Füsun Hanım kendisiyle yapılan bir söyleşideyse, boynuzunu yaldızladığı Altan Bey'e ayağa gittiğini itirâf edip, istersen boşanalım dediğini, Altan Bey'in ise sen bunalımdasın, ne yaptığının farkında değilsin, bu yüzden seni affediyorum meâlinde bir şeyler mırıldandığını anlatmıştı. Söylediklerini aklım pek kesmiyor, ama yalanlamasının da gelip gelmediğini bilmediğimden, noktayı koyuyorum.
Hüseyin Peker dostum, merâk etme, Kâmran Yüce'yi ve Dinçer Sümer'i unutmadım, Kâmran Yüce'nin "Gölge" ve "Soyunuk" isimli şiir kitaplarının masamın arkasındaki raftan bana baktıklarını hissediyorum. Onu darbe sonrasındaki iki yıl içinde Kent Oyuncuları'nın "Harold ve Maude", "Babalar ve Oğullar" ve "Ölümü Yaşamak" oyunlarında defalarca seyrettim, beyaz perdedeyse aklıma ilk "Talihli Amele" ve "Ses" filmlerindeki performansları geliyor. Maalesef Dinçer Sümer'den pek az okudum, onun sadece "Denize Çıkan Cadde", "Güne Bakan", "Eski Fotoğraflar", "Bozuk Bir Şey" ve "Sandalım Kıyıya Bağlı" kitaplarını karıştırmıştım.

12