Size "Barbarella" filmindeki Jane Fonda'yı 40'ıncı yüzyıldan alıp getirmeyi düşünüyordum ki, onun unutulmaz partneri Robert Redford'un ölümü televizyon kanallarında son dakika haberi olarak geçti. Nedense aklıma ilk "Kaçaklar" filmindeki Charlie "Bubber" Reeves ve Anna Reeves gelmişti, filmin öyküsü bu çiftin üzerinden Güney ruhunun ahlâksızlığına dayanıyordu ama maalesef ikisi de Şerif Calder'ı oynayan Marlon Brando'nun müthiş performası karşısında dağılmışlardı. Sonra, "Çıplak Ayaklar" filminden Paul Bratter ve Cori Bratter beni elimden tutup, "111 Waverly Place, Greenwich Village, Manhattan" adresindeki dairelerine götürdüler, bir saat kırk altı dakika boyunca gençliğin romantik büyüsünün gözlerimi nasıl kamaştırdığını daha dünmüş gibi anımsıyorum.
Jane Fonda hakkındaki cinselliğe dayalı zırva yorumları unutun, sadece dünyaya babası Henry Fonda'nın maviş gözlerinden bakan bir haylazdı o, insanın boğazına balık kılçığı gibi takılıp kalıveriyordu, sanırım "Kaçaklar", "Son Gerçek", "Fahişe", "Julia" ve "Eve Dönüş" filmleri beni doğrulamaya yeter de artar. Robert Redford derseniz, "Lânetli Kadın", "Ya Sen Ya Ben", "Sonsuz Ölüm", "Belalı Elmas", "Bulunduğumuz Yol", "Belalılar", "Benim Afrikam" ve "Ahlâksız Teklif", güzel olmasına güzeller de, benim için "Akbabanın Üç Günü", "Havana" ve "Atlara Fısıldayan Adam" faklıdır, bu filmlerde oynadığı karakterleri hakiki Robert Redford'a daha yakınmış gibi hissediyorum. Sahi, az kalsın "Jeremiah Johnson" filmini unutuyordum, oysa çizgi roman delileri için önemlidir, uzun tüfekli Jeremiah Johnson'dan Giancarlo Berardi'nin ve Ivo Milazzo'nun bir "Ken Parker" yarattıklarını biliyorsunuzdur, ona Ken Parker olan Robert Redford mu desem yoksa Robert Redford olan Ken Parker mı desem, yıllardır bir türlü karar veremiyorum.
Çizgi roman demişken, "Tex" çevirmenlerinden Zeynep Akkuş'tan geçenlerde babası Erdinç Akkuş ağabeyimizin rahatsızlandığını öğrendim, kendisine buradan geçmiş olsun dileklerimi iletip, ağabeyimize pek sevdiği bir Brigitte Bardot filmini şifâ bahş olması maksadıyla hediye edeyim, "Ve Allah Kadını Yarattı", çünkü herkesin gençliğinden mutlaka Juliete Hardy gibi bir güzelin akıp gittiğine inananlardanım.
Alain Delon'u ve Brigitte Bardot'yu yarattığı için Allah'a hep şükretmeliyiz, ikisi fiziken de ruhen de güzeldiler, yaşamları boyunca da öyle kaldılar, onlardan başka sinemadan kazandıklarını sokak hayvanlarına harcayan biri var mıdır, bilmiyorum: "Ve Allah Kadını Yarattı" şeker şurubu renginde şıkır şıkır bir filmdir, La Ponche plajına Massif des Maures tepelerinden esen bir rüzgârla inen Juliete Hardy'nin doğallığı hiç de gizemli ve manipülatif değildir, aksine Le Club 55'i ışığıyla yıkayacak kadar sevimli ve güzeldir, çocuk desen değil, kadın desen o da değil, tamam onu yatağa atabilirsiniz ama Johnny Farrell ve Steve Emery rollerindeki Glenn Ford gibi bir hödük olsanız bile Juliete Hardy'yi asla tokatlayamazdınız.
Maalesef insan hep aynı yaşta kalmıyor, otuzlarında ve kırklarında Brigitte Bardot şen şakrak ve şuh bir olguna dönüştürüldü, ancak "Nefret", "Viva Maria", "Shalako" ve "Petrolcüler" filmlerinin hislerimi hiç değiştirmediğini, onlarda da sanki Juliete Hardy ile Saint-Tropez sokaklarında karşılaşmışımcasına heyecânlandığımı buraya not düşeyim.
'70'ler benim kuşağım için en fazla Charles Bronson, Alain Delon ve Franco Nero filmleri önemliydi. "Sulhü de Askerler Kazanır", "Vazife Uğruna", "Beyaz Diş", "Kan Kardeşler", "Mussolini Ölüme Giderken" ve "Dehşet Şehri", bunların hepsi Franco Nero filmleriydi, ama onun "Skandal" ve "Otostop" filmleri cinselliğin karanlık dehlizlerine fener tuttuğu için ürperticiydi. Yaşıtlarımdan birinin Charles Bronson'un "Çirkin ve Mağrur", "Yağmurla Gelen Adam", "Vahşet Şehri", "Gece Misafirleri", "Kapının Arkasında Biri Var", "Kırmızı Güneş", "Devler Ülkesi", "Mekanik", "Mazisini Satan Adam", "Taş Yürekli Katil", "Vahşi Melez", "Bay Majestik", "Firar", "Çıplak Yumruk", "Kırık Kalpler Geçidi", "Para Hırsı", "Azgın Boğa", "Telefon" ve "Korkusuz" filmlerini seyretmemiş olması mümkün değildir. Bizim kızlara Franco Gaspari mi yoksa Alain Delon mu diye sorsaydınız, çoğunun dünyası "Cep Foto Roman" kapaklarının arasına sıkışıp kaldığından, size Franco Gaspari yanıtını vereceklerinden emînim. Bu yüzden Alain Delon'un "Ateş Çemberi", "Borsalino", "Kırmızı Güneş", "İlk Gecenin Sıcaklığı", "Meksika'daki Cinayet", "Gecelerin Adamı", "Şehirde İki Adam", "Şok", "Akrep", "Zorro", "Çingene", "Öldürmek Hırsı", "Kaderini Arayan Adam", "Geri Tepen Silah", "Aranan Hedef" ve "Doktor" onlara fazlaydı, beni en fazla şaşırtan şeyse, "Cep Foto Roman" kızlarımızın bir günde kel kafalı kısacık Lenin'in "Nisan Tezleri" zırvalığına nasıl geçtiği olmuştur.
Yorulmuş olabilirsiniz, ağır kırmızı kadifeden perde kanatlarının arasına siyah üstüne sarı harflerle "Fida Film" yazısını düşürür gibi, '70'lerden sevdiğim filmlerden bazılarını sayayım, yani size Frigo arası veriyorum: "Yağmurla Gelen Adam", "Aşk Hikâyesi", "Zapata", "Küçük Dev Adam", "Venedik'te Ölüm", "Ölüm Noktası", "Meksika'daki Cinayet", "Köpekler", "Kadın Affetmez", "Fahişe", "Kirli Adam", "Kızgın Adam", "Bela", "Dünyada Benden Büyük Yok", "Otomatik Portakal", "Kanunun Kuvveti", "Poseydon Macerası", "Roma", "Son Gösteri", "Amarcord", "Kurtuluş", "Kabare", "Baba", "Cinnet", "Firar", "Gecelerin Adamı", "Solaris", "Paris'te Son Tango", "Aşka Vakit Yok", "Ejderin Üç Fedaisi", "Kelebek", "Şeytan", "Belalılar", "Yangın", "Lenny", "Yolcu", "Yara", "Konuşma", "Çin Mahallesi", "Jaws", "Guguk Kuşu", "Yakuza", "Taksi Şoförü", "Köpeklerin Günü", "Serpiko", "Akbabanın Üç Günü", "Vahşi Koşu", "Rocky", "Üçüncü Türden Yakınlaşmalar", "Annie Hall", "Ahlâksızın Günü", "Babam ve Ustam", "Avcı", "Sürücü", "Güz Sonatı", "Manhattan", "Teneke Trampet", "Kramer Kramer'e Karşı", "Kıyamet" ve "Merhaba Dünya".
Üniversite yıllarımda arkadaşlarımızın çoğu devrim ile meşgul olduklarından sinemaya pek gitmezlerdi, okuldan sadece Cengiz Güngör, Ahmet Zeki Pamuk, Tuğrul Cılanbol ve Coşkun Yıldırım ile sinemaya kaçardık. Lisedeyken ise sol kitapların yerine resimli erotik romanlar furyası vardı, Fenerbahçe Lisesi'nin 4-L şubesinde okurken, Umur Bayrı ve Saim Kayı hepimizi Çiftehavuzlar'daki gazeteciye abone yapmıştı, adam el altından "Chick", "Lolita" ve "Color Climax" gibi dergiler satıyordu. Ancak, asıl rağbetimiz, "Fırıncının Kızı", "Şeftali", "Şehvet Değirmeni", "Pipa", "Şoför ve Metresi" ve "Yuvadaki Yılan" gibi romanlaraydı. Bir gün sıra arkadaşım Sinan Bıçakçı ile o tarzda romanlar yazmaya karar verdik, en müsait ortam da Çiğdem Boran hocamızın Türkçe dersiydi. Biz bir iki satır yazıp, arka sıradan Alparslan Yeşilyurt'a ve rahmetli Ata Can'a uzatıp, okutuyorduk. Sınıfımızda Didem Balyemez ve Deniz Gökalp gibi çok zeki kızlar vardı, bizdeki faaliyeti fark etmişlerdi, neye güldüğümüzü merâk ettiklerinden de dikkatleri dağılmıştı. Çiğdem Hanım ise sınıftaki hareketliliği şöyle bir görmüş ama ders boyunca hiç sesini çıkarmamıştı, teneffüste sınıfın boşalmasını beklemiş, sonra da sıramızın gözünden erotik roman yazdığımız "Harita Metot" defterlerimizi bulup almış. Allahtan ancak giriş paragrafını döktürebilmiş, işin heyecânlı kısmınaysa gelememiştik. Bizi ailelerimize şikâyet etti demeyeceğim, sadece roman yazacak yetenekte olduğumuzu ailelerimize söylemişti. Kendisine uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum, lisede en sevdiğim üç hocamdan biriydi, diğerleriyse rahmetli Selçuk Kısakürek ile rahmetli Ayten Uzgören'di.