Selçuk Altun'un yeni romanı 'Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm' rafta: 12 Eylül'ün karanlığına açılan sayfalar

Selçuk Altun'un son romanı 'Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm' İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıktı. Altun romanını 1979'da şehit edilen Tarsus Cumhuriyet Savcısı Süreyya A. Eminsoy ve 6 Şubat depreminde vefat eden torunu Berkhan Eminsoy'a ithâf etmiş. Altun'un anne ve babasını kaybeden, 'dedesinin ve kitapların büyüttüğü' Veciz And'ın hikayesini kaleme aldığı romanı, 12 Eylül'e açılan yollardan yürüyor...

Geçenlerde Tuzla'dan semt-i dildârım Suâdiye'ye indiğimde ilk işim Bağdat Caddesi üzerindeki kitapçıların birinden Selçuk Altun'un İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan 'Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm' isimli son romanını almak oldu. Selçuk Demirel'in kapak tasarımı nefis, resimdeki adam asırlık bir ağacın gövdesinden on basamaklı merdivenle aramıza inerken, ben de adamın indiği merdivenlerden çıkıp romana girdim. Ancak ilk sayfadaki ithâfta on dakika kadar takılıp kaldım. Selçuk Altun romanını Süreyya A. Eminsoy'a ve Berkhan Eminsoy'a ithâf etmişti, Süreyya A. Eminsoy ismini bir yerden anımsıyordum da, nereden anımsıyordum, işte bunu bir türlü çıkaramıyordum. İki üç saat kadar sonra Tuzla'ya dönünce internetten araştırıp buldum, Süreyya A. Eminsoy, 23 Eylül 1979 günü Türk İntikam Tugayı isimli aşırı sağ maskeli bir örgüt tarafından şehit edilen Tarsus Cumhuriyet Savcısı'ydı, Berkhan Eminsoy ise onun '91 doğumlu torunuymuş, maalesef Berkhan'ı da 6 Şubat 2023 depreminde kaybetmişiz. Süreyya A. Eminsoy, Şavşat'a yirmi kilometre kadar mesâfedeki Sorsal köyünden bir münevverdi, Selçuk Altun'un da akrabasındanmış. İthâfta Süreyya A. Eminsoy ismi olunca romanın 12 Eylül'den açılan yollardan yürüyeceğini tahmin etmiştim, çünkü Süreyya A. Eminsoy dış servislere hizmet eden işbirlikçilerin cumhuriyetimizi yıkmak için yürüttüğü toplum mühendisliğinin binlerce kurbanından biriydi, yanılmadığımı da anladım.

Romanın kahramanı Veciz And, Vedid isimli solcu bir babayla Nihan isimli akademisyen bir annenin çocuğu olarak 12 Eylül hakikatı ile karşılaştığında anaokulu öğrencisidir. Baba tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi'ne gönderiliyor, oysa Diyarbakır kasden tasarlanmış bir hapishânedir, oraya gireni tahliyeden sonrasında dağa çıkartmak maksadıyla düşünülmüştür. Ama, Vedid'in yıllardır konuşmadığı emekli kurmay albay babası Selim And devreye girip oğlunun Erzincan Cezaevi'ne naklini sağlıyor, Vedid ise oradan firâr etmeyi başarıyor ve '84'de kanserden ölene kadar Almanya'da yaşıyor. Veciz'in annesi Nihan ise '81'de cennete uçmuştur. Küçük Veciz'i dedesi ve kitaplar büyütüyor, bir de Selimiye semti. Semtler bütün çocukların kaderini çizer, Veciz And'ın kaderini de Selimiye çizmiştir. And Apartmanı oradaki Çeşme-i Kebir Sokağı'ndadır.

VECİZ'İN SİNEMATOGRAFİK YALNIZLIĞI

Veciz'in gizemli bir Selçuk Atun kahramanı olması, onun on yedi yaşında ebeveyninin çekmecelerini boşaltmasıyla başlıyor, muharririmizin okurlarına metrûk zamandan çıkarıp getirdiği ilk konuğuysa Benian Cebeci'dir. Ondan farklı bir Vedid And dinliyoruz, Veciz'in sinematografik yalnızlığı artık peşine düştüğü anılarından akmaya başlamıştır, talihsizliğiyse Werner Herzog ismine takılıp kalmasındaydı. Askerliğini Hakkâri'deki 5'nci Komando Tugayı'nda yapıyor, orada geçirdiği bir kaza sonucunda uzun süre bilinci kapalı kalıyor, ölecek derken yaşama tutunuyor, hastahânede dedesinin kalpten taşlı köye taşındığını öğrenip taburcu oluncaysa Selimiye'deki dede evine yerleşiyor. Kendisine post-travmatik stres bozukluğu tanısı konmuştur. Tedavi sürecinde dedesinin yokluğunda evin eski ruhunun kalmadığını keşfediyor. Gerek post-travmatik stres bozukluğu ve gerekse de sığındığı evdeki ruhsuzluk şiddete eğilimli bir Veciz And'ın yapı tuğlaları oluyor. Bu da bir fotoğraf sergisinde liseden arkadaşının alnındaki kaza iziyle dalga geçmesiyle ortaya çıkıyor.

Somun Haşmet'ten sonra Kerami isminde birinin de ağzını burnu dağıtıyor, ama en keyiflisi Diyarbakır Cezaevi'nin işkencecilerinden Celo'yu Samatya'da yakalamasıdır, çok güldüm. Şiddet keyifli mi olurmuş demeyin, oluyormuş. Sonrası mı, anlatıp da işin tadını kaçırmayayım, özellikle de mecânin-i kütüb tabakasından okura harika bir kırk iki sayfa bıraktığımı bilin. Bazı okurlar 'uzun roman'dan yanadır, 'kısa roman'da ise isim ve mekân bolluğundan zaman zaman kafalarının karıştığını söylüyorlar. Efendim, her hikâye Hemingway tarzında 'çıplak' yazılabilir, kırk sayfada yağmuru yağdırmak ise her zaman edebiyat anlamına gelmiyor, ben yüz elli veya iki yüz sayfada bile bir asra yayılan hikâyelerin anlatılabileceğine inananlardanım, isimleri ve mekânları karıştırmamak ise sadece asgari dikkat işi, Selçuk Altun'un romanlarını bu açıdan da seviyorum, 'uzatmıyor', size sadece hikâyenin 'süssüz' esâsını sunuyor.