'72'ye kadar filmlere hep oyuncuları için gittiğim doğrudur, sinemayı severdim de sanat olarak sevmemde televiyonun ve Emin Ersoy'un rolü büyüktür. Emin ağabeyin Dost dergisinde şiirleri çıkmış, ama İngiltere'de sinema eğitimi gördükten sonra şiirden biraz uzaklaşmıştı, artık yazdığı dizeleri bir şişe Güzel Marmara şarabına Refik Durbaş'a veriyordu, bana okuyacağım ilk sinema kitaplarınının isimlerini o söylemiş, Sinematek'e de üye yaptırmıştı.
Başlangıçta sinema vardı: Bayrak Apartmanı'ndaki dairemizde anneannemiz Sabiha Hanım'ın soba başında içi geçince, kardeşim, ben ve beyaz üstüne siyah benekli kedimiz Toto, fırsat bu fırsat deyip evden kaçar ve soluğu az aşağımızdaki sinemada alırdık. Yanılmıyorsunuz, anılarımın başladığı kasaba olan Kızılcahamam'dayız, önce girişteki film afişlerine bakıyoruz, benim adamım İzzet Günay, kedimiz ise Ahmet Tarık Tekçe filmlerinin hastası. Parayı da gişeden bilet alınması gerektiğini de bilmiyoruz, yer göstericileri "Hoca'nım çocukları!" deyip, bizi doğruca balkona götürüp, en ön sıranın üç koltuğuna oturtuyorlar. Sinemanın ismi Işık gibi bir şeydi. Filmin yarısında annemin bir hışımla gelip de, kardeşimin ve benim kulaklarımıza asıldığından, maalesef "Beni Osman Öldürdü", "Barut Fıçısı", "Kimse Fatma Gibi Öpemez", "Bomba Gibi Kız" ve "Tophaneli Osman" gibi İzzet Günay filmlerinde "Son" yazısını göremediğimizi anımsıyorum. Oysa, bir Ahmet Tarık Tekçe filmi seyrediyorsak, Toto bizim gibi öyle kolayca pes etmiyordu, ama Nermin Hoca'nın disiplini de disiplindi hani, sonunda poposuna hafifçe bir tokat yediğinde, Bayrak Apartmanı'nın kapısına bizden önce varıyordu. Toto için "Ne Şeker Şey", "Badem Şekeri", "Bazıları Dayak Sever", "Abidik Gubidik" ve "Adanalı Tayfur Kardeşler" büyük eğlenceydi.
İzzet Günay'ın "Vesikalı Yarim" ve "Birleşen Yollar" filmlerini İstanbul'da seyrettiğim kesindir, hatta "Vesikalı Yarim" için Sinema Televizyon Enstitüsü'ndeki gösteriyi söyleyebilirim. Sadri Alışık'ı ise Siirt'teki Marmara ve Özgen sinemalarında keşfetmiştim, en başa "Turist Ömer" ve "Pantolon Bankası" şamatasını yazın, onun "Ah Güzel İstanbul" filmine Haşmet İbriktaroğlu olarak çıkışıysa unutulmazdır. Benim içinYeşilçam'ın en hüzünlü nağmelerinden biridir Haşmet İbriktaroğlu, Sipahi sigarasını dudaklarının arasından düşürmeyen paşazâdemiz, telefât-ı âdiyeden Paşabahçeli Sadri Alışık ile aynı fıtrattandı galiba. Biliyorum, Yılmaz Güney diyeceksiniz, kömürcü çırağından hallice bir adam, fakat kombin sisteminin Adana ayağı çirkinliğini pek seviyor, filmlerini ilk Gümenüz'de Akif Buharalı ağabeyimizin yazlık sinemasında seyrettiğimden emînim, "Koçero", "Kasımpaşalı", "Konyakçı", "Kovboy Ali", "Tilki Selim" ve "Marmara Hasan", ancak Yılmaz Güney'in oyunculuğu hiç bana göre olmadı, onun sadece "Kurbanlık Katil" ve "Zavallılar" filmlerindeki performanslarına şapkamı çıkarırım, "Umut" filmindeki teatrelliği ise beni hep rahatsız etmiştir.
Kadın oyunculara gelirsek, '70'li ve '80'li yıllardaki Türkan Şoray'ı tek geçerim, hele şu "Güllü" yok mu, bana sorarsanız dünyanın en güzel kadını odur derim, şâyet yanakları kızaran Türkan Şoray'ın karşısındaki erkek Cüneyt Arkın olursa da, beyaz perde cayır cayır yanardı. Fatma Girik'e ise "Avare Mustafa", "Bulunmaz Uşak", "Badem Şekeri", "Halk Çocuğu", "Kimse Fatma Gibi Öpemez" ve "Öp Annenin Elini" gibi romantik komedilerde bayılıyordum, mahallemizin fıstığı gibiydi, ancak '70'lerde Fatma Girik'e hiç yakışmayan ağlakları oynayarak bendeki büyüsünü kaybetti.
Agâh Özgüç hayatta olsaydı, Leyla Sayar derdi, ağabeyimize hak vermiyor da değilim hani, çünkü tekinsiz arzuları uyandıran bir güzellikti Leyla Sayar'ınki, sadece Metin Erksan'ın sineması için biçilmiş kaftan olduğunu düşünürdüm. Mangal ateşi gibi görünen Nebahat Çehre'yi ve viski kadehine atılan buza benzeyen Sevda Ferdağ'ı unuttuğumu sanmayın, nedense ikisinin gözlerinde hep mesâfeli bir cinsellik oynaşırdı, soyunmaya başlasalar, seyredenin başına neler geleceğini tahmin etmek mümkün değildi.
Türkan Şoray'dan sonraki büyük aşkım Gülşen Bubikoğlu'dur, '60'ların Fatma Girik'inden sonra en fırlama muzip oydu, başını hafifçe sağ omzuna doğru indirip de sol dudak kıvrımından büyüyen çarpık gülümsemesiyle bakması yok muydu, beni bitiriyordu. Melike Zobu içinse hep üzülmüşümdür, oysa yabanıl bir güzelliğin Yeşilçam'daki yegâne tanımıydı, maalesef onun bu farkını görecek bir yönetmen çıkmadı: Sanki bir iki itiraz işitir gibiyim, şâyet "Derviş Bey" filmindeki Karaca'yı söylüyorsanız, hayır derim, çünkü kafamdaki Melike Zobu "Deli Deli Küpeli" filmindeki Hatice'ye daha yakındır.
Ara sıra bana en iyi Türk filmlerini soran oluyor, hiçbirini yanıtlamıyorum, nedeniyse soruyu yanlış bulmamdandır, iyi de neye göre iyi, öyle değil mi efendim, oysa en sevdiğim filmleri saymamı isteselerdi, onlara aşağı yukarı şöyle bir liste verirdim: "Kanun Namına", "Düşman Yolları Kesti", "Üç Arkadaş", "Otobüs Yolcuları", "Avare Mustafa", "Kırık Çanaklar", "Üç Tekerlekli Bisiklet", "Keşanlı Ali Destanı", "Beni Osman Öldürdü", "Ağaçlar Ayakta Ölür", "Gurbet Kuşları", "Yıldız Tepe", "Haremde Dört Kadın", "Sevmek Zamanı", "Son Kuşlar", "Ah Güzel İstanbul", "Kuyu", "Vesikalı Yarim", "Birleşen Yollar", "Gelin", "Bir Demet Menekşe", "Mavi Boncuk", "Köyden İndim Şehire", "Salak Milyoner", "Hababam Sınıfı", "Süt Kardeşler", "Şaban Oğlu Şaban", "Gülen Gözler", "Bizim Aile", "Yatık Emine", "Zavallılar", "Sürü", "Kırık Bir Aşk Hikayesi", "Şekerpare", "Göl", "Züğürt Ağa", "Muhsin Bey", "Hanım", "Karılar Koğuşu", "Namuslu", "Gece Yolculuğu", "Gizli Yüz", "Eşkıya", "Akrebin Yolculuğu", "Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu", "Tabutta Rövaşata", "Kaç Para Kaç", "Sonbahar", "Gönderilmemiş Mektuplar", "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak", "Babam ve Oğlum", "Gönül Yarası", "Korkuyorum Anne", "Cenneti Beklerken", "Nefes", "Yumurta", "Gölgeler ve Suretler", "Av Mevsimi" ve "Kedi".
Bazı filmleri de kısmen seviyorum, örneğin "Otobüs" filminin ilk yarısı muhteşemdir, "Jin" filminin finalini ise ifâde edecek kelime bulamam, her defasında ağlayarak seyrettim. "Gecelerin Ötesi", "Şehrazat", "Hızlı Yaşayanlar", "Duvarların Ötesi", "Suçlular Aramızda" ve "Köpekler Adası" gibi filmleri de kısmen sevdiklerim arasına yazabilirim.
'72'ye kadar filmlere hep oyuncuları için gittiğim doğrudur, sinemayı severdim de sanat olarak sevmemde televiyonun ve Emin Ersoy'un rolü büyüktür. Emin ağabeyin Dost dergisinde şiirleri çıkmış, ama İngiltere'de sinema eğitimi gördükten sonra şiirden biraz uzaklaşmıştı, artık yazdığı dizeleri bir şişe Güzel Marmara şarabına Refik Durbaş'a veriyordu, bana okuyacağım ilk sinema kitaplarınının isimlerini o söylemiş, Sinematek'e de üye yaptırmıştı. Ben üniversiteye girdiğimde bile bizde sinema okulu yoktu, bu yüzden okulum İsmail Cem-Mustafa Gürsel dönemindeki televizyon oldu, '74 ve '75, gazetelerdeki sinema eleştirilerini hiç kaçırmamaya, her sinema sezonu için de bir defter tutmaya başlamıştım. Yedinci Sanat, Çağdaş Sinema ve Gerçek Sinema dergilerini düzenli alıyordum ama onlardaki film eleştirilerinin iki satır Lenin'den üç satır Mao'dan alıntılarla başka bir mecrâya çekilmesinden de nefret ediyordum. Sinemaya dâir ne kadar fazla şey öğrenirsem öğreneyim, bazı oyuncuların filmlerini yönetmen filmlerine hep tercih ettiğim doğrudur, onların başınaysa Marlon Brando'yu, Alain Delon'u ve Charles Bronson'u yazarım.
Marlon Brando'nun rol yapmadığını, içindeki öfkeyi kameraya kustuğunu ilk "Kaçaklar" filminde fark etmiştim, sonra "Parıltılı Gözler", "İsyan" ve "Karanlıktan Gelen Adam" beyaz perdeye yayıldı. Hepsinde de müthişti, ama "Baba", "Paris'te Son Tango" ve "Kıyamet" filmlerindeki performanslarının seviyesi emsâlsizdir, belki ona bir "Guguk Kuşu" ve "Cinnet" filmlerinin Jack Nicholson'ı yaklaşabilmiştir. Sinema yazarları pek sevmemesine rağmen büyük yönetmenler Alain Delon ile çalışmaya bayılıyordu. İyi bir oyuncu olmasaydı, Antonioni, Visconti, Melville ve Losey gibi yedinci sanatın seçici ve huysuz isimleri zâten Alain Delon ile çalışmazdı. Onun plastiğinden çıkan nihilist ve yalnız adamların, Jef Costello, Jean Laurier, Edouard Coleman, Ramon Mercader, Mr. Klein ve Daniele Dominici, insanın ruhunu feci acıttığında mutabıkız değil mi Şimdi aklıma gelenleri yazmaya başlıyorum, siz de takip edin, "Kızgın Güneş", "Düşman Kardeşler", "Batan Güneş", "Leopar", "Kiralık Katil", "Motosikletli Kız", "Sen Benimsin", "Sicilyalılar Çetesi", "Kızıl Çember", "Meksika'daki Cinayet", "Gecelerin Adamı", "Akrep", "Kaderini Arayan Adam" ve "İlk Gecenin Sıcaklığı", hadi söylediklerimden birine burun kıvırın, mümkün değil. Ukalâ gürûhunun sevse de sevmese de Alain Delon'u yazılarında geçirmek zorunda kalmasından hınzırca bir zevk alıyorum, ancak Charles Bronson'a hiç yanaşmıyorlar. Atillâ Dorsay'ın yüz yılın yüz elli sinema oyuncusunu anlattığı çok satan bir kitabı var, mutlaka biliyorsunuzdur, üstâdımız kitabına Sylvester Stallone'yi ve Arnold Schwarzeneger'i almasına rağmen Charles Bronson'a sayfa ayırmayı galiba unutmuş. Şâyet bu unutkanlığa uyarsak, "Batıda Kan Var", "Yağmurla Gelen Adam" ve "Devler Ülkesi" filmlerini sinema tarihinden silmemiz de gerekecek.