Edebiyatın ressamları derken, veterinerlerini ve polislerini unutmayalım...

Geçen hafta birkaç edebiyatçı ressamdan bahsettim ya, arkadaşlarımdan telefon üstüne telefon geldi, hepsi de Oktay Rifat'ı unuttuğumu söylüyordu. Unutmadım, sadece gazetedeki sayfama aklıma gelen herkesi sığdıramadığım için Oktay Rifat'ı, Mustafa Irgat'ı, Mehmet Güreli'yi, Engin Turgut'u ve Bedri Baykam'ı bu yazıya bıraktım.

Elbette benimki Enis Batur'un ve Selçuk Altun'un sevgisiyle kıyaslanamaz, ancak Oktay Rifat'ın şiirlerini hep çok sevmişimdir, romancılığınaysa bayılırım. Üstâdımız iyi de ressamdır, hiç şiir ve roman yazmamış olsaydı bile kültür tarihimize mutlaka değerli bir ressam olarak girerdi. '85 ile '87 arasında Oktay Rifat'a ara sıra rastlardım, ancak Bostancı'daki Hatay Restaurant'ta mıydı yoksa başka bir yerde miydi, çıkaramıyorum, bunu ne zaman düşünmeye kalksam da hep sis içinde kayboluyorum, Salâh Birsel'in, Sabahattin Kudret'in, Feyyaz Kayacan'ın, Cahit Kayra'nın ve Mehmed Kemal'in Hatay'da oturdukları masa gözlerimin önünde de, orada bir Oktay Rifat'ı göremiyorum.

Mustafa Irgat, arkadaşımdı, iyi şâirdir, sinema yazıları harikadır, ressamlığıysa büyüleyicidir. Sırf o sevdiğinden Cumhuriyet'in üst katında ve merdivenlerin sağ tarafındaki masada otururduk. Hiç kuşkusuz Ahmet Mürşit Sertal da olurdu, zâten beni Mustafa ile tanıştıran da Ahmet Mürşit'tir, Cumhuriyet'ten kalkıncaysa birer yolluk için mutlaka Nur Subaşı'na uğrayacağız.

Mustafa, bir yandan Robert Bresson filmlerini konuşur, bir yandan da peçetelerere desenler çizerdi. Dedesine mi yoksa babasına mı çekmişti, artık Allah bilir, anason kokusu pek seviyordu. Sohbete hep sinemayla başladığımızı anımsıyorum, Mustafa "Yankesici" diyor, bense "Rastgele Balthazar", peçeteler tükendiğindeyse, kimin yanında kitap varsa, Mustafa o kitabı önüne çekip sayfalarının kenârlarını da resimlendirirdi. Besim Dalgıç, onun sayfalarına desenler çizdiği kitaplardan birini saklamıştı, o kitabı geçen yıl bana hediye etti, gözüm gibi saklıyorum, Tuzla'ya taşındığımdan beri açmaya fırsat bulamadığım kolilerin birinde.

Mustafa'ya en son İstiklâl Caddesi'nde Panter Kırtasiye'nin önünde rastlamıştım, dolma kalemim için çimen yeşili mürekkep arıyordum, yoktu. Panter'den çıkıp Yapı Kredi'ye doğru sapınca Mustafa'yı görmüştüm, elindeki poşette yirmi kadar eski pipo vardı, pipoları ona bir arkadaşı hediye etmiş, Cumhuriyet'teki ilk buluşmamızdaysa bana resimlerinden birini getireceğini söylemişti, maalesef olmadı, birkaç ay sonra kanser Mustafa'yı bizden kopardı, çok şükür ki kanser illeti gelmeze götürdüklerini bir anılardan silemiyor.

Salâh Birsel'in yeğeni olmasına rağmen Mehmet Güreli ile tanışmadım. On parmağında yirmi hüner olan nâdîde isimlerimizdendir. Yazar, dergici, yayıncı, ressam, müzisyen, film yönetmeni, sinema oyuncusu, say say bitmez, mutlaka onun hünerlerinden atladığım olmuştur. Mehmet Güreli'nin resimlerindeki sarı, kırmızı ve mor gibi cırtlak renkleri birer ışıldak yapıp, gözümüze gözümüze tutması beni heyecânlandırıyor deyip, Engin Turgut'a geçeyim: Rakıyı öperek içtiği söylenen Engin Turgut'u tanımasam bile şiirini takip etmeye çalışıyorum, resimleriniyse görmedim, nedense Haydar Ergülen'in onun resimlerini "lirik şiirler" şeklinde tanımladığı aklımda kalmış. Yıllar önce bir de kanserin karısı Tülay'ı alıp, ardında Engin'i, oğulları Alican'ı ve kedileri Karamela'yı yalnızlarda bıraktığını duymuştum.
Bedri Baykam'ın ressamlığına da sıkı Fenerbahçe taraftarlığına da bir diyeceğim yok, onun resim yazılarını severek okuyorum, ancak politik yazıları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, çünkü Sürmene bıçağı gibi keskin politik üslûplardan oldum olası hiç hoşlanmıyorum.

Kadim dostum İbrahim Kiras, edebiyatçı veterinerleri niçin yazmadığımı sormuştu. Aklıma gelen ilk isimse Askerî Baytar Rüşdiyesi'nde okuyan Ömer Seyfeddin'di. Üstadın köpekleri ve atları ne kadar sevdiğini biliyoruz da, kızı Güner Hanım'ı kaç kişi tanıdı, pek merâk ediyorum. ''85'de veya '86'da rahmetli İsmail Çölgeçen ile aynı büroda serbest avukatlık yaparken, Şişli'de oturan ellilerinde bir müvekkilem vardı, kedilere düşkünlüğümü bildiğinden, beni birisiyle tanıştırmak istemekte ısrâr ediyordu. Hâfızam güçlü olmasına rağmen müvekkilemin ismini nedense şimdi bir türlü çıkaramıyorum, belki İsmail Çölgeçen anımsardı ama onu kalpten kaybedeli de yıllar oluyor, neyse, müvekkilemin belirttiği gün ve saatte Şişli Karakolu'nun karşı sırasındaki apartmanların birindeki dairesine gitmiştim, misâfiri Güner Hanım'dı. Bütün gün yetmişlerine merdiven dayamış Güner Hanım ile kedilerden konuşmuştuk, bilhassa da tekir kedilerden, bir de Güner Hanım'ın süratli otomobillere merâklı olması bana çok ilginç gelmişti. Aradan bir iki ay geçip müvekkilem bana uğrayınca, ilk işi Güner Hanım'ı nasıl bulduğumu sormak olmuştu. Kendisine çok sevdiğimi söylediğimdeyse, onun Ömer Seyfeddin'in kızı olduğunu belirtmez mi, ağlamamak için kendimi nasıl zor tuttuğum aklımda öyle duruyor.

Edebiyatçı veteriner deyince elbette Mehmed Âkif Ersoy diyeceksiniz, haklısınız, Halkalı'daki Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlisi'nde okudu, yıllarca da veterinerlik mesleğini icrâ etti, ben Mehmed Âkif'in kedi köpek besleyip beslemediğine ilişkin bir kayıt bulamamıştım, bunu teyiden Mehmet Rûyan Soydan dostumuza da sordum. Onda da böyle bir bilgi yokmuş. Mehmet Rûyan bilmiyorsa, kimse bilmiyordur. Ancak, bana Su'âd Hanım'ın iki fotoğrafını ve Mehmed Âkif'in kızı Su'âd Hanım'a yazdığı iki mektûbu gönderdi.

Mehmed Rûyan Soydan'dan gelen fotoğrafların birincisinde Su'âd Hanım'ı bir atın üstünde görüyoruz, ikincisindeyse yanında beyaz üstüne benekli bir köpek var. Üstâdımız bahsi geçen mektûpların birinde kızına "Tavuklarınız, ineğiniz var mı Kurt yavrusu büyüdü mü" diye soruyor. Âkif'in kurt yavrusu olarak andığı köpek, ben köpek olarak tahmin ediyorum, belki de hakikaten kurt yavrusudur, fotoğraftaki köpek mi, yoksa başka bir köpek mi, bilmiyorum. İkinci mektûptaysa "Kısrağınız yaramaz mı, yoksa uslu mu Sana, çocuklara alıştı mı Nedense o hayvana karşı bende görmeden bir muhabbet uyandı" diye yazıyor, bahsi geçen kısrak fotoğraftaki mi, bunu da araştırmak gerekiyor, bir de Su'âd Hanım'a yeni taylarının gelip gelmediğini sorup, gelecek taya rengine nazaran da Şafak, Fecir ve Fellah isimlerinden birinin verilmesini söylüyor. İstiklâl şâirimizin mektûbunda bülbülleri unutmamasıysa çok hoştur, ancak kızına,"Civârdan bülbül sesleri geliyor mu Yoksa bizim gibi sizler de o mübârek sese hasret misiniz Mısır'da hiç bülbül yoktur. Bazıları İskenderiye civârında tek tük bulunduğunu söylüyor. Bizler alışkın olduğumuzdan bülbülsüz bahardan zevk alamıyoruz" şeklinde gurbetten yakınması insanın rûhunu feci acıtıyor.