"Akıp gider kuş kanadında yıllar kafamız hep Heybeliada"

Büyükada beni pek cezbetmiyordu, çünkü adadan ziyâde bir şehire benziyordu, orada geçirdiğim saatler ise sanki bir hengâme-i azabdı. Buna rağmen Ksidas Kitabevi'nden gazete ve dergi almanın, Milto'da ahtapot salatasıyla bir kadeh "Gıravatlı" götürmenin, Yalovalı Kardeşler Şarküteri'de patates kroket yemenin, vişneli limonlu dondurma için de Anadolu Kulübü'nün civârında Yunus'u aramanın keyfi hep başka olmuştur.

Çocukluğumdan beri ada yaşamını ve ada kültürünü tutkuyla severim, bu sevgimin de Siirt'te ilkokul öğrencisiyken peş peşe okuduğum "Robinson Cruose", "İki Sene Mektep Tatili", "Esrarengiz Ada", "Mercan Adası" ve "Dünyanın Ucundaki Fener" gibi ada romanlarıyla başladığına emînim. O yıllarda, ıssız bir adaya gidecek olsam yanımda götüreceğim on şey gibi kendi kendime bir oyun uydurmuştum, yaşıtım olanlar mutlaka anımsayacaktır, kitapçılarda yirmi sayfalık "Okul Defteri" satılırdı, ön kapağında iki kişilik koltukta köpeğiyle oturan şapkalı bir çocuk, arka kapağındaysa çarpım cetveli olurdu, o defterlerden sakladıklarım beyaz üzerine kahverengi baskılıları, ancak beyaz üstüne yeşil baskılı olanlarını da kullandığımı anımsıyorum, ıssız bir adaya giderken götüreceklerimi işte o defterlere yazardım.

İstanbul'a taşınana kadar hiç ada görmedim, Suâdiye'de oturduğumuz ikinci apartmanın arka daireleriyse Adalar manzaralıydı. O yıllarda, evet, Adalar deniyordu, daha önce Kızıl Adalar ve Prens Adaları olmuş, birkaç asır geriye gidersek de, karşımıza Papadonisya ve Demonisya isimleri çıkıyor. Hepsi dokuz ada, dördü büyük, beşi küçük. Şeytan Adaları anlamındaki Demonisya ismi sanırım sadece küçükleri için kullanılmış olmalıydı, çünkü sonradan Şeytan Adaları ismi birazcık yumuşatılarak Hayırsız Adalar şeklinde kullanılmaya başlanmıştır, bunlar da Sivriada, Yassıada, Kaşıkadası, Sedefadası ve Tavşanadası dediğimiz beş küçük adadır. Aslında ada sayısının 11'nci yüzyıldan önce dokuzdan çok daha fazla olduğu muhakkaktır. Çünkü, Kınalıada-Bostancı-Maltepe hattında, bir deniz heyelanı sonucunda üstündeki sürgünleriyle, keşişleriyle, manastırıyla ve mezarlığıyla battığını tahmin ettiğimiz, irili ufaklı Vordonisi Adaları eski haritalarda karşımıza çıkıyor. İyi havalarda sandalla Bostancı Mendireği'nden Direkli dediğimiz çakara doğru açılıp da, Yıldız Kayalığı mıntıkasında daldığımızda, size '70 ile '75 arasından bahsediyorum, iki üç metre aşağıda dahi bazı kalıntılar görürdük. Yıldız Kayalığı barbunya ve pavurya yuvasıydı, oradan çıkardığımız midyelerin ve barbunyaların lezzetiyse nefisti.
Suâdiye o yıllarda kışın beş yüz, yazınsa iki bin beş yüz kadar nüfusu olan bir sayfiye semtiydi, yazları Suâdiye Plajı ve Çatalçeşme Plajı tıklım tıkıştı, bu nedenle mahalleden arkadaşlarla en fazla Bostancı Mendireği'nden veya Yıldız Kayalığı'ndan denize girerdik, bazı hafta sonlarındaysa ailecek Burgazada'daki Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın kampında kaldığımız oluyordu. Cami Sokak'tan Gönüllü Caddesi'ne girerseniz, iskele meydanına üç dört dakikalık bir mesâfede, solda, günümüzdeki kapı numarasıyla 61'de, kâgir zemin üstüne ahşap iki katlı bir binâydı. Bildiğim kadarıyla köşk '37'de Ayşe Güvenç ismine kayıtlıymış, '70'de ise Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın olmuş. Beyaz boyalıydı, kapısının karşısındaki merdivenlerden aşağıya denize inerdik, sağda, deniz tarafı direkler üstünde, kara tarafıysa yamaçta olan bir Rum tavernası vardı. Kıbrış Barış Harekâtı'nda Albay İbrahim Karaoğlanoğlu'nun ve Binbaşı Fehmi Ercan'ın şehit düştüklerini o merdivenlerden denize inerken öğrenmiştik, tavernada ise adalı Rumlar "Hasepiko Grigoro" eğlencesindeydiler, yer gök ud, çimbalo, kanun ve tulum sesleriyle inliyordu, kamptaki öğretmenlerin hemen oraya girip müziği kesmelerini istemeleriniyse tanık oldum.

Burgaz'daki Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın köşkü '91 yılında yıktırılınca nasıl içim acımıştı, anlatamam, köşkle birlikte sanki Burgaz'daki anılarımız da Hâk ile yeksân olmuştu, sonra köşkün yerine dışı ahşap kaplama çirkin bir binâ inşâ edildi, bugün kapısında Burgazada Öğretmen Evi ve Akşam Sanat Okulu yazılı bir tabela bulunuyor. Birkaç yıl önce, Gülper Refiğ, beni ve eşimi oralarda gezdirirken, yeni binâya bakamamıştım.

Büyükada beni pek cezbetmiyordu, çünkü adadan ziyâde bir şehire benziyordu, orada geçirdiğim saatler ise sanki bir hengâme-i azabdı. Buna rağmen Ksidas Kitabevi'nden gazete ve dergi almanın, Milto'da ahtapot salatasıyla bir kadeh "Gıravatlı" götürmenin, Yalovalı Kardeşler Şarküteri'de patates kroket yemenin, vişneli limonlu dondurma için de Anadolu Kulübü'nün civârında Yunus'u aramanın keyfi hep başka olmuştur. Kınalı ise yaz kış kalınacak bir ada değildi, kışları korku filmlerindeki terk edilmiş kasabalara benzerdi, orada aç kalan kedi köpeğin vapur yolcularından nasıl mama istedikleriniyse defalarca gördüm, aradan yıllar geçmesine rağmen onların kulaklarımdan silinmeyen seslerinin ara sıra uykularımı kaçırdığı oluyor. Bu nedenlerle '99 sonrasında adada yazlık kirâlamaya karar verdiğimizde kafamızdan ilk Kınalı'yı silmiştik, nihâyetinde Heybeli dedik, rahmetli babam da bir ara orada oturduğundan, adayı az çok biliyordum. Heybeli'de ilk iki yıl Refah Şehitleri Caddesi üzerinde, eski ismi Manastır Sokağı'dır, Halki Palas'ı geçince ikinci üç katlı apartmanın ikinci katında oturduk, kapı numarası 108'di, yan duvarında apartmanın '52'de inşâ edildiğine dâir bir kayıt vardı, bizden sonraki 110 numarada ise vaktiyle Zeyyat Selimoğlu kalmış. Karşımız ormandı, sabahları büyük tura çıkmadan ve akşamları Mavi'ye inmeden mutlaka ormandaki köpekleri doyuruyordum, bizden önce Gaye-Engin Aksel adaya geçmişlerdi, Elif-Tunç Lokum ise adalıydılar. Büyük turdan sonra Gencay Kafe'de kahvaltımızı yapıp, gazetelerimizi okuyorduk. Sonra vakt-i kerâhet deyip Gencay Kafe'den Mavi Restaurant'a geçerdim. Nigâr, Fikriye ve Faruk Çelik kardeşlerin işlettikleri Mavi, tıpkı Yedikule'deki Safa gibi eski meyhâne geleneğine yakın sayılırdı, ben Faruk'a meze niyetine kıraçaları tavaya attırırken, Nigâr da önden "domuz sıkısı" ölçeğinde "Gıravatlı" servisini yapardı.

Heybeli'deki ikinci evimiz Ümit Sokak'ta, sağdaki Orhan Sokak'ı geçince üçüncü beyaz köşkün alt katıydı, sanırım kapı numaramız 12'ydi, deniz manzaralıydı, önümüzdeyse sadece küçük bir lavanta bahçesi vardı, Hafız Kaptan Sokak'ın başındaki 16 numaradaki Viktorya-Yasef Adoni çiftine komşuyduk. Şâyet sabah erken saatte müzâyedede dil balığı yakalarsam, mutlaka onlara haber veriyorduk, çünkü Viktorya ablamızın yeşil erik sosları vardı ve Yasef ağabeyimiz de yeşil erik soslu dil balığını çok iyi yapıyordu. Viktorya, seksenine yakındı, çok zekiydi, onu koltuğunun altında lûgatlarla Rusça öğrenmeye çalışırken görünce, inanın utanıyordum. Adonilerin caz konserlerine, İlham Gencer'in ve Şevket Uğurluer'in, Bakırköyü'nden nasıl koştur koştur gittikleriniyse abd-i kadîmim Lütfi Okçuoğlu tanıktır. Allahtan ikisine de rahmet diliyorum, mekânları cennetleri olsun, güzel insanlardı.

Mavi'de, Fatma Tülin-Enis Batur ve Kiran Desai-Orhan Pamuk çiftlerine çok sık rastlardım, ara sıra da Samih Rifat'ı ve Artun Ünsal'ı görüyordum. Heybeli deyince aklımıza ilk İlias Tantalidis'in, Hüseyin Rahmi'nin, Ahmed Rasim'in, Aziz Nesin'in ve Zeyyat Selimoğlu'nun geldiğiyse muhakkaktır. Ama, adanın muharriri bu kadar değil, saymaya kalksanız bitiremezsiniz. Örneğin, eskilerden Akillas Milas '72 ile '80 arasında Mektep Sokak'ın başında oturmuş, oysa çok kişi onu Büyükadalı olarak bilir, haksız da sayılmazlar, üstâdımız çocukluğunu ve gençliğini oradaki Yeniyol Sokak'ın 16 numarasında yaşamıştır. Petros Markaris ise Eski Set Yolu Sokağı'nda, şimdi ismi Amiral İhsan Özel Sokak'tır, '37'den '53'e kadar yılları devirmiş. Petros Markaris üstâdımız Heybeli doğumludur, benim diyenden çok daha iyi de Türkçe bilir. Üstelik, Türkçe konusunda hayli hassastır, bir "Kara Hafta" etkinliğinde, İstanbul doğumlu olmasına rağmen Türkçe yerine Almanca konuşan Su Turhan isimli polisiye roman yazarına kızıp da salonu terk etmesini görmüştüm. O gece, Pera Palas'ta, Petros Markaris, Adnan Özer, Metin Celal ve ben akşam yemeğindeyken, Petros Markaris bize çocukluğundaki Heybeliada'yı ve Fenerbahçe taraftarlığını anlatmıştı. Doğma büyüme Heybelili olan bir başka yazar da Tunç Lokum'dur, arkadaşımızın "Heybeliada'ya Bir Bilet" isminde nefis kitabını mutlaka anımsacaksınızdır, Lokum ailesi '63'de Heybeliada'ya gelmiş, Tunç ise doğduğu '66'dan beri her yaz adada.