Soğuk hakikat

"Ölüm güzel şey budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber" Necip Fazıl Kısakürek

Ölüm, hayatın karşısında duran yabancı bir hakikat değildir. O, yaşamın içinden süzülen, varoluşun içine gizlenmiş en sessiz ve sakin kelimedir. Hayatı anlamlı kılan nihai duraktır; söylenenlerin, susulanların, ertelenenlerin ve görmezden gelinenlerin toplandığı son muhasebe masasıdır. İnsan yaşarken farkında olmadan biriktirdiği ne varsa, ölüm onları tek tek getirip önüne serer. Sakladığımız sırları, bastırdığımız korkuları, hafızamızdan silmek için çabaladığımız anıları açığa çıkaran bir fener gibi yanar.

Hayat ile memat, iç içe geçmiş iki girift bilmecedir. Biri başlamadan diğeri anlam kazanmaz. İnsan bu bilmecenin cevabını bildiği hâlde sormaktan vazgeçemez. Çünkü bilmekle inanmak, inanmakla kabullenmek arasında uzun ve çetin bir yol vardır. Herkes ölümün varlığını kabul eder lakin onu kendine bir türlü yakıştırmaz. Hep başkalarının başına gelen bir ihtimal gibi durur; ta ki ölüm kendi kapısını çalana kadar.

Ölüm, yaşanılası bir hakikattir. Hayat tiyatrosunun son perdesidir; sahne ışıkları söner, alkışlar kesilir, roller biter. Kimse sahnede kalmaz ama oynanan oyunun izi boş koltuklarda ve onu izleyenlerin hafızasında durur. İnsan bu yüzden yaşarken kendini alkışlatma derdine düşer; kalıcı olma, hatırlanma, iz bırakma telaşımız bundandır. Oysa ölüm, kimsenin biyografisini okumaz; sadece hesabını açar.

Her ne kadar varlığından en ufak bir şüphe duymasak da yüzü soğuktur ölümün. Adı anıldığında içimizi ürperten, yaklaşınca suskunlaştıran bir soğukluk bu. Serinkanlıdır ölüm; acele etmez, bağırmaz, tehdit savurmaz. Vakti geldiğinde gelir, ne eksik ne fazla. İnsanların planlarını, hayallerini, ertelemelerini dinlemez. Onun takviminde "sonrası" yoktur.

Bu soğukluğu yumuşatan tek şey topraktır. Toprağın garip bir merhameti vardır. Ölümün keskinliğini törpüler, sertliğini alır. Üzerine toprak atıldığında sekinete erer ruh. Emanet teslim edilir; beden, aslına döner. İnsan dünyada taşıdığı yüklerden arınır. Ün, unvan, servet, hırs; hepsi toprağın karşısında anlamını yitirir. Geride sadece niyetler, iyilikler ve vicdanın sesi kalır.

Belki de bu yüzden ölüm, bütün soğukluğuna rağmen adaletlidir. Herkesi eşitler. Kimseyi makamına, şöhretine, gücüne göre tartmaz. En gür sesleri de susturur, en derin sessizlikleri de konuşturur. Kaçtıkça yaklaşan, yok saydıkça kendini hatırlatan bir hakikattir o.

İnsan ölümü düşündükçe hayata daha dikkatli bakar aslında. Her sabah uyanmak bir lütuf, her nefes bir emanetdir. Ölüm, yaşamı değersizleştirmez; aksine ona ağırlık kazandırır. Çünkü sonu olmayan şey ciddiye alınmaz. Sonu olan her şey ise anlam ister.

Evet, ölüm soğuktur. Ama inkâr edilemeyecek kadar gerçek, kaçınılamayacak kadar yakındır. Belki de mesele ondan korkmak değil; gelmeden önce neyi, nasıl yaşadığımızdır. Çünkü perde kapandığında geriye sadece yaşanmışlıklar kalır.