"Öğretmen olmak istiyorum"

Yarım asra iki adım kalan ömrümün kırk yılı aşkın süresini okulda geçirdim. Öğrencilik, öğretmenlik derken şimdi de idareci olarak okulda yaşamaya ve dahi yaşlanmaya devam ediyorum.

Zor bir öğrencilik dönemi geçirdim. Bilimsel adıyla "konuşma bozukluğu" halk ağzıyla "kekeme" olduğum için öğrencilik hayatım zorluklarla doludur. Babamın memuriyetinden dolayı sürekli ilçe ve okul değişikliği yaptığım için her gittiğim okulda kendimi yeniden tanıtmam gerekiyordu. Benim için en büyük kâbuslardan biriydi tanışma faslı. Sıra bana gelene kadar avuçlarımın içi terler, huzursuz bacak sendromu yaşar, ismimi içimden sürekli tekrar ederdim. Sıra bana geldiğinde de ayağa kalkıp adımı bir çırpıda söylerdim. Abdulmutalip Koktaş. Öğretmen, anlamadım bir daha söyler misin dediğinde vay benim başıma diye iç geçirirdim. Haydi, söyle, söyleyebilirsen: Aaaabb-, -duuull, Abbbbduuu-llllmuuuu-taaaa-liiiip Kooo-ktaş... Bu yazdığımı okurken ne kadar zorlandığınızı tahmin edebiliyorum. Bir de benim bunu söylerken içinde bulunduğum durumu düşünün. Böyle bir kâbusun içinde geçen çocukluk ve gençlik dönemi...

Korku, heyecan ve panik anlarımda bir kat daha artardı kekemeliğim. "Kekeç" denilerek dalga geçildiğim arkadaş ortamlarını adisyona eklemiyorum bile. Bunu özellikle yaptığımı iddia edenler de olmadı değil.

Geceleri gözyaşlarımla ıslattığım yastığıma bir de Rabbime sığındım her zaman. O'nun her zaman yanımda ve şahdamarımdan daha yakın olduğunu bilmek bana hep huzur veriyordu. "Dili kilitlenmiş" denilerek birkaç defa türbelere götürülüp eski, büyük anahtarların ağzımda çevrilişi dün gibi aklımda. Futbol maçlarında her zaman kaleci oluşum da bundandı. Ben de kendimi okuma ve yazma işlerine verdim haliyle. Fırsatlar krizlerden doğarmış.

O tanışma fasıllarında öğretmenlerimiz ismimizi, babamızın ne iş yaptığını öğrendikten sonra son olarak "Ne olmak istiyorsun" diye sorarlardı.

Ortaokul çağlarında bu soruya sürekli "avukat olmak istiyorum" diye cevap veriyordum. Neyime güveniyorsam artık. Daha adımı dahi adam akıllı söyleyemiyorken avukat olup başkalarının hakkını savunmak istiyordum. Hayatım mı bir paradoks idi yoksa ben mi sürekli çelişkiler içinde yaşamayı tercih ediyordum, bilemiyorum ama hep bir hayal dünyası çiziyordum kendime.

Düşler, düşler, düşler... Düşlerden sonra hep düşüşleri yaşar insan. Hz. Yusuf'un kuyuya düşüşü bir düş ile başlamadı mı Sonra zindanda bir süre daha kalması bir başka düşün neticesi değil miydi Nihayetinde zindandan çıkıp Mısır'a Sultan olmasına da başka bir düş vesile olmadı mı

Benimki de böyle bir düştü sanırım. Belki de bir düşüş. Kekemeliğime bakmadan avukat olmak istiyordum. Sonra en az avukatlar kadar konuşan öğretmen oldum. Annemin hüzünlü bir şekilde söylediği "Oğlum, bu halinle nasıl öğretmenlik yapacaksın Seninle çok dalga geçerler." sözü hala kulağımda çınlıyor.