"Bolluk çağında açlıktan ölmek"
Ekranı kaydırıyoruz: sonsuz market rafları, dijital sepetler, tıka basa dolu büfeler, tüketim tavsiyeleri… İnsanlık tarihinin en üretken, en bağlantılı, en zengin döneminde yaşıyoruz; ama aynı zamanda en sarih açlıklardan birine şahitlik ediyoruz. Bu çelişki sadece ekonomik değil, ruhsal bir çöküntü. Biz bu imtihanın neresindeyiz
İnsan kendini çoğu zaman sahip olduklarıyla güvende sanır. Kasadaki para, depodaki erzak, dijital cüzdandaki rakamlar, tapudaki metrekare… Ama fark etmeden bunların her biri ayrı bir prangaya dönüşür. Korudukça yorulur, arttırdıkça kaygılanır, büyüttükçe küçülürüz.
Dünya sahnesindeki yerimize tutunmak için topladığımız her şey sırt çantamıza eklenen taşlara benzer; dağa tırmanırken hafifleten değil, bizi yoran bir yük. En tepeye varmak isteyen insan, zirveye yaklaşırken omzundaki yükün aslında kendisini ne kadar yorduğunu geç fark eder. Daha fazlası dediği için dünyaya gönderilen insan, dünyada yine daha fazlasının peşinde koşar; bu koşu sonsuz görünse de koşu bandı gibi olduğu yerde döner: insan yorulur ancak aldığı bir mesafe yoktur.
Sahip olduklarıyla yetinmeyi öğrenemedi bir türlü insan. Kanaat sözlükte bir kavram olarak kaldı. Kazandıklarına baktıkça etrafını göremez oldu. Herkes bu çağın Karun'u olmaya çalıştı. Kanaat, cümlelerimizde misafir ancak soframızda yok.
"Daha fazlası" denen bir ekonomi sistemimiz var. Modaya endeksli… Bu da yalnız tüketim biçimimizi belirlerken merhamet kapasitemizi yerle yeksan etti. Başkasının yoksulluğu artık vicdan tetikleyicisi değil, çoğu zaman görsel bir içerik... Haber bültenlerinde, sosyal medyada bir kare, bir an, bir başlık… Bu kadar üzüldüğünüz yeter, sonraki videoya geçebilirsiniz!
Herkes çağın Karun'u olmaya çalışıyor; toplamak için güvenlik, büyümek için rekabet, korumak için duvar, duvar için silah, silah için savaş… Bir noktadan sonra üretimle yıkım birbirine karışıyor. Kendini ölümsüz sanan insan, başkasının ölümü üzerinden kendi varlığını dizayn ediyor. Mutluluk binasını başkalarının enkazının temelleri üzerine kuruyor. İşte bu çağın refah modeli(!)
İnsan kendi kazancından sonra kimin kaybettiğinin hesabını dahi yapmadı. Sadece kendi kazancının Z raporunu aldı. Ne büyük bir gaflet! Kazandığını zannederken kaybettiğinin farkında olamamak... İnsanlar kendi kazançlarını titizlikle toplarken kaybettiklerinin dökümünü tutmadı. Belki de gerçek zarar burada: başkasının ihtiyacını görmezden geldiğimiz her an, varlığımızdan değil insanlığımızdan eksiliyoruz.
Yıllar önce okuduğum bir haber hala zihnimde dönüp duruyor: "Müslümanlar mallarının zekâtını tam verseydi dünyada yoksul kalmazdı." Alt alta yazıp topladığımız bütün hesapları alt üst eden bir haber. Sağlaması yapılmayan hesaplar gibiyiz bugün. Yanılgılar içinde kendi yangınımızı yaşadığımızdan dahi bihaberiz. Gaflet ki ne gaflet Çünkü zekât, servetin dolaşıma zorlandığı, ihtiyaç sahibinin sistematik olarak gözetildiği bir adalet mekanizmasıdır.
"Komşusu açken tok yatan bizden değildir." diyen Kutlu Nebi'nin (SAV) ümmeti olduğumuzu söylerken hemen yanı başımızda yanıp duran ateşi söndürmeye niyet dahi etmiyoruz. Ateşin yandığı yer: Gazze! Haritada küçücük bir alan; vicdanda koca bir boşluk. Bombaların gölgesi altında, abluka duvarlarının içinde, kum taneleri gibi savrulan hayatlar… Gazze bugün soykırımın ve açlığın çakıştığı bir koordinat. Dünya canlı yayın yapıyor. Biz izliyoruz.
Geçtiğimiz hafta sosyal medyaya düşen Hamas Milletvekili İsmail Abdullatif El-Eşkar'ın Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a yazdığı mektuptaki bir cümle insan olma yükünü hala taşıyanların yüreklerini dağladı: