Ağır çekim yaşam

Her tarafımızın kitle iletişim araçlarıyla bu kadar çevrildiği bir çağda iletişimsizlikten ölecek olmamız çok garip bir durum. Zamanın gürültüsü arttıkça insanın sesi kısılıyor. Her gün biraz daha parıldayan ekranlar, gerçekte kararan bir tarafımızı gizliyor. Sosyal medya uygulamalarından tutun da cep telefonlarına varana kadar iletişim halinde olabileceğimiz onlarca uygulama ve cihaz varken insanların birbirleriyle fiziki iletişim halinde oldukları zaman kısıtlı denecek kadar az.

Avuç içimizdeki cihazlar, insanlar arasında köprü kurmak için icat edildi; fakat en büyük duvarları yine onlar ördü. Duyguların yerini emojiler, yüz ifadelerinin yerini filtreler, sohbetlerin yerini sessiz "görüldü" işaretleri aldı. Medyanın adı dahi sosyal olarak nitelendiriliyor ancak insanları tamamen bireyselleştiriyor. Sosyal medya, "sosyal" kelimesine vurduğu darbeyle insanı kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkûm ediyor. Çok konuşuyor, az iletişim kuruyoruz, Çok paylaşıyoruz, az anlam üretiyoruz. Herkes konuşuyor ama kimse birbiriyle iletişim kurmuyor.

Düşünceden ziyade hesapların koordine ettiği bir düzende her şey rakamlarla ve dijital göstergelerle ifade edilmeye başlandı. Beğeni toplumunda nitelik yerine niceliğin öne çıkması kaçınılmazdır. Beğenilerin rakama indirgenmesi de kontrol altında tutulmayı kolaylaştırdı. Hesap edilebilir olmak yönetilir olmaya kapı araladı.

Bugün düşüncenin yerini hesapların aldığı, duyguların algoritmalarla kategorilere ayrıldığı bir düzende yaşıyoruz. İnsan davranışları veriye dönüştükçe, insan da matematiksel bir nesneye indirgenir oldu. Bir fotoğrafın altındaki beğeni sayıları kişinin değerini belirliyor. Bir video kaç izlenme aldıysa o kadar "önemli" oluyor. Oysa gerçek hayat, izlenme sayısı olmayan anlarda saklıdır. Ne algoritma bilir o anları ne de veri tabanları.

Beğeni toplumunda nitelik erir, nicelik büyüdükçe insan küçülür. Beğenilmek, sevilmekten daha cazip hâle gelir. Görünür olmak, var olmanın yerine geçer. Sayılarla değerlendirilen bir varlık, sonunda kendi kalbinin atışını dahi sayılarla ifade eder. İşte o zaman insan, kendi özünü kaybetmeye başlar.

Benim "sistem" diye adlandırdığım düzen, Orwell'in Big Brother'ının çok ötesinde artık. Çünkü bizi yalnızca izlemiyor; bizim hakkımızda ve bizim yerimize düşünüyor, hatta nasıl düşüneceğimizi dahi belirliyor. Gözetleyen bir gözden çok, yönlendiren bir beyne dönüştü. Biz mi onun hızına yetişmeye çalışıyoruz, yoksa o mu bizi arkasından koşturuyor pek anlaşılmasa da devamlı bizim bir adım önümüzde duruyor. Her güncellemesinde ona biraz daha bağlanıyoruz. Bir noktadan sonra bağımlılık, bağımlı olduğunun bile farkında olmayan bir bilince dönüşüyor.

İşin en garibi ise tüm bu yaşananlara "gelişme" diyoruz. Oysa gelişmekle ilerlemek aynı şey değildir. İlerlemek hızdır; gelişmek ise anlam. Biz hızlandık; ama anlamlandıramadık. Teknoloji büyüdü; ama insan küçüldü. Medeniyet ilerledi; ama ruh geri kaldı.

Hayat bir bilgisayar oyunu gibi artık: Seviye geçiyoruz, ödüle koşuyoruz, nefes alacak vakit bulamadan yeni bir pencere açılıyor. Başarılarımızın tadını çıkaramadan, yeni görevlerin ağırlığı üzerimize çöküyor. Sistem bize başarıyı kutlama hakkı bile tanımıyor. Çünkü durursak düşünürüz; düşünürsek fark ederiz…