Kim savaşacak

Beğenelim beğenmeyelim, modern dünyâyı kavramakta çok mühim tespitleri olan Marx'ın en vahim hatâlarından birisi, nihâyetinde bir burjuva bakışını yansıtan ilerleme ve gelişme fikirlerine olan keskin bağlılığıydı. Bu sebeple, târihin dinamizmini sağladığına inandığı, adına üretici güçler dediği; modern düzlemde sanâyi teknolojisiyle özdeşleşen birikime hayrandı. Onun meselesi, bu gelişme dinamiğini toplumsallaştırarak özgürleştirmek ve herkesin faydasına seferber etmekti. Bu sebeple mülkiyet meselesini odağa aldı. Arkadaşı Engels'in "Romantikler" olarak alabildiğine küçümsediği, hattâ lânetlediği, St.Simon, Fourier ve Proudhon gibi pek çok diğer sosyalist ise, meselenin mülkiyet meselesinden ziyâde, insanı tabiata, tanrıya ve hemcinslerine yabancılaştıran sanayi ve teknoloji meselesi olduğuna inanmışlardı. Bilimsel sosyalizm ile romantik sosyalizm arasındaki en temel fark olarak bu gösterilir ve çok defâ geçiştirilir. Reel sosyalizm aslında Marx'ın bu doğrultusunu tâkip etti. Bunun en uç aşaması ise sanâyileşmeyi sosyalist yoldan sağlamayı ihtirasla benimsemiş olan Stalin ve Mao'dan başkası değildir. Sanâyileşmenin, tabiatı icâbı (by nature) kapitalizm olduğunu, onun içinde mülkiyet ilişkilerini değiştirmenin ortaya sâdece kapitalizmin bir türü, hattâ en berbat türü olan devlet kapitalizmini çıkarmaktan başka bir şeye yaramayacağını idrâk edemediler. Postsovyetik devir bunun bilgisini çok acı tecrübelerle öğretti. Stalinizm ve Maoizm kapitalizmin en vahşi örüntüsünden (pattern) başkası değildir. Onu değiştirmek bir tarafa, onu derin çelişkileriyle berâber pekiştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Bunu şu akıl yürütmeyle daha açık görebiliriz: Saf ekonomik düzlemde bakacak olursak sermâye birikimi, emek ve sermâyeyi en yoğunlaştıran, merkezîleştiren bir süreçtir. Bu da bize, Marx kadar mühim bir kavrayış sunan Weber üzerinden, sürecin siyâsal ve idârî boyutunu, devletler ve bürokrasilerin rolünü gösterir. Pek çok yazımda II.Umûmî Harp sonunda kurulan dünyânın serapâ, Batı'nın sosyal devletçi Ren kapitalizmi ve Doğu'nun reel sosyalizm temelinde tekmil çeşitlemeleriyle kapitalist olduğunu yazmış olduğumu hatırlıyorum. Aralarındaki yegâne fark, ilkinin yeniden bölüşümü demokratik pazarlığa açması; diğerinin ise bunu devlet ihsanlarına bağlamasıydı. Bu farkı, her ikisinde de müşterek olan derin yabancılaşmanın neticeleri itibârıyla küçümsemiyorum. Batı'nın demokratik görünümlü yeniden bölüşüm süreçleri, egoist, bireyci, tüketimci, çıkarcı, bir insan tipini yaygınlaştırırken; diğerindeki yabancılaşma ise içindeki tüketim arzuları bastırılmış, ama buna bunlara derin bir özlem duyan saf konformist bir insan tipini ortaya çıkardı. Balonun patladığı postsovyetizmde yaşanan tüketim çılgınlığı tam da buna işâret eder. Müşterek yabancılaşmanın bir türünün diğerine özlem duyması gibi bir garâbet hâlidir bu.Elyevm sanâyi "medeniyeti" tekmil yapılarıyla çöküş hâlinde. Marx'ın da işâret etmiş olduğu üzere yeni üretici güçlerin yükselişi sınâî dünyâyı hunharca sarsıyor. Kapitalizmin bastırmasıyla yoğunlaşmış ve yığılmış bir dünyâ yavaş yavaş yerini dağıtık ve seyrekleşmiş bir dünyâya bırakacak görünüyor. Buna yeni feodalizm diyenler çok da haksız değil. Sovyetlerin târihe karışması bunun ilk evresiydi. Şimdi sıra Batı'ya geldi. Gramsci'nin yazmış olduğu üzere eskinin can çekiştiği, yeninin ise henüz kendisini tam ikmâl etmediği sancılı bir devir bu. Ne ölünüyor ne de olunuyor. Bu sancılı, buhranlı devirler maalesef savaşsız atlatılmıyor. Büyük bir yıkım olmadan yeni kendisini ikmâl edemiyor. Evet savaşı konuşuyoruz. 1980-1990'lardan bu tarafa dinmek bilmeyen Ortadoğu savaşları bunun acıklı (patetik) prelüdüdür. Ukrayna-Rusya ve İsrâil-Filistin savaşı ise güncel yüzü. Artık NATO'lu veyâ NATO'suz Avrupa Rusya ile kozunu paylaşmaya hazırlanıyor.