Sırrı Süreyyâ şâhsiyeti ile TBMM'ye renk kattı. Onun fikir ve eylemlerine en fazla kızan insanları bile içeriden fethetmeyi bildi. Tedâvisi boyunca herkes Sırrı Bey ile aralarındaki fikir farklılıklarını bir tarafa bıraktı ve onun için dua etti. Aslında çok tuhaf bir durumdur bu. Bana öyle geliyor ki günlük hayâtlarımızı çok defâ bir kabuk savaşları olarak yürütüyoruz. Kızdığımız, karşı çıktığımız hattâ çatıştığımız insanlara dâir saklı, lâkin gerçek duygularımızı boğuyoruz. Bu duygular ne hikmetse, dramatik durumlarda kabuklarını kırıyor ve açığa çıkıyor. Bu durumu en son Hrant Dink'in katledilmesinden sonra yaşamıştık. Sırrı Süreyyâ'nın vefâtında da benzer bir manzara tezâhür etti.
Hrant Dink'in cenâzesinin hâkim sloganı sonradan yapıştırılmış, emânet olmayan bir slogandı. Hepimiz Hrant'ız sloganı serbest bırakılmış saklı duyguların kuvvetli bir şekilde dışavurumuydu... Bu, herkesin, şöyle veyâ böyle, şu veyâ bu miktarda Hrant'ta kendisini bulmasıydı. Fanatikler bir tarafa, Hrant'ın fikirlerine karşı çıkan; lâkin mâkûl düşünebilen büyük bir kitle bu slogana şu veyâ bu derecede sarıldı. Sırrı Süreyyâ için de aynısı yaşandı. Farklı hattâ çatışma mevzuu olan her şey unutuldu, herkes onun o candan tebessümünde bir duygu birliğinde kenetlendi.
Orta sınıf kültürlenmeler çok cilveli görünüyor bana. Bu memlekette şöyle veyâ böyle; şurasından veyâ burasından bir orta sınıf tecrübesi yaşayan büyük bir kitle yaşıyor. Bunların kâhir ekseriyeti de alt orta sınıflarda yoğunlaşıyor. Tüketim standartlarında yaşanan iyileşmeler ne yazık ki hemen kültüre yansımıyor. Kabuklarda bu açıkta şekilleniyor. Tüketim kültürü, tüketimci olma fırsatını sağlamış, lâkin bunu hazmederek tüketimin dışında ayrıca nasıl kültürleyeceğini bilemeyenlerin hâllerini temsil eden bir kavram. Onun için tüketim insanında (homo consumens) zevksiz bir gösterişçilik, meydan okuma, taşkınlık yapma, öz tapınma (narsisizm) ve ölümperverliğin (neekrofilyan) envâî çeşitlerini buluyoruz. Kabuklaşmalar bir hazımsızlığın göstergesi. Siyâsette de bunun yansımalarını çok net görebiliyoruz.
15 Temmuz'dan sonra seferber edilen ve benim de sâhiplendiğim yerlilik ve millîlik meselesinin sosyolojisini de bununla derinden irtibatlı gördüğümü söylemeliyim. Eğer kültürdeki kabuklaşmalar tasfiye edilmeyecekse ne yerliliğin ne de millîliğin hakkı verilebilir kanaatindeyim. Eğer kabuklaşmalar tartışılmayacaksa yerlilik ve millîlik de kaçınılmaz olarak kabuk tutacak ve kuruyacaktır.
Sırrı Süreyyâ gibi sayıları hayli azalan şahsiyetler bana tam da bunu düşündürüyor. Millîliğini tartışacak çok kişi çıkabilir ama yerliliği husûsunda kimse itiraz edemez. Sırrı Bey hakîkî mânâda yerli bir insandı. Adıyaman'dan metropollere uzanan bir hayâtın başdöndürücü değişimleri onu hiç bozmadı. Yeni hayat paternlerine dâhil oldu; ama asla savrulmadı. Her şeye damardan girdi ve kendisi olarak uyum sağladı. (Bunu son devrin en kudretli tanbûr sanatçısı olan Necdet Yaşar'da da görmüştüm). Eski elbiseleri atarak ve yeni elbiseler kuşanarak değil, üzerindekini sâhiplenerek ve yeni durumlara göre terziliğini yeniden yaparak başardı bunu. Yerli olmanın esaslı praksisi bu olmalı. Bunun kıvamını ve akışkanlığını sağlayan ise