Rusya-Ukrayna savaşının çıkış sebepleri üzerine birbiriyle çelişen iki değerlendirme var. Bunlardan ilki, savaşı Rusya'nın çıkardığını iddia ediyor. Savaşın, kökleri Çarlık devrine giden, Sovyetler'in devraldığı ve şimdi de Putin'in yürüttüğü bir emperyal yayılmacılığın eseri olduğunu düşünüyorlar. İşi daha da büyütüp, Rusların esas hedefinin, yayılmacılığını Avrupa içlerine kadar taşımak istediğini ifâde ediyorlar. Buna göre tekmil Baltık havzası tehlike altındadır. Hatta, tıpkı II. Umûmî Harp'te olduğu üzere Rus ordularının Berlin'e bile gireceğinden endişe ediyorlar.
Diğer bakış ise, Sovyetler Birliği'nin çöküşü sonrasında çekildiği Doğu Avrupa'da artan NATO yayılmacılığının doğrudan Rusya'yı tehdit eder hâle geldiğini veri alıyor. Yeltsin ve Garbaçov'a zamânında verilen, Doğu Avrupa'nın tarafsız kalacağı yolundaki sözü Batı'nın tutmadığını dile getiriyorlar. Nihâyet Ukrayna'nın bu dâireye dâhil edilmek istenmesinin Rusya'nın tahammül eşiğini aştığını buna ilâve ediyorlar. Hâsılı, savaşı çıkaran esas unsurun NATO ve Batı kışkırtması olduğu iddiası bu değerlendirmenin özetini veriyor.
Meseleyi moralpolitik açısından değerlendirmek başka bir iştir. Ama reelpolitik açıdan bakıldığında doğrusu bu iki bakış arasından beni iknâ eden ikincisidir. Zamanlama açısından söylenebilecek olan, bu savaşın dünyâ kapitalizminin derin sistemik/yapısal krizleriyle örtüşmesidir. Bu safhada düz ekonomik düşünmek son derecede yetersiz kalacaktır. Derin krizlerin yaşandığı evrelerde devletlerin aldığı kararlar askerî temelde somutlaştığını görmek lâzım gelir. Bu kararlar ekonominin askerîleştirilmesinde ortaya çıkar.
Bunu hemen somutlaştıralım. Brandt Doktrini, Avrupa ile Sovyetler Birliği arasında yumuşamayı ve Rus tabiî kaynaklarının Avrupa sanâyisine aktarılmasını öngörüyordu. Aynı devirlerde meselâ Finlandiya ile Rusya arasındaki münâsebetler de son derecede sıcak seyrediyordu. Kekkonen bunun mimârıydı. Bu yakınlaşmalarda başat rolü karşılıklı ekonomik menfaatler oynuyordu. Elbette bunların siyâsî karşılıkları da vardı. Lâkin baskın olan akıl ekonomikti.
Rusya-Ukrayna savaşı başladıktan kısa bir zamân sonra başta Almanya olmak üzere Avrupa arasındaki enerji akışını durdurmak için büyük bir kampanya başlatıldı. En mühimi, Rusya ile Almanya arasındaki enerji alışverişini sağlayan Kuzey Akımı hattı bir sabotajla tahrip edildi. Bunun ekonomik akıl ve menfaatler açısından izah edilebilir bir tarafı yoktur. Rusya'dan ucuz enerji kaynakları elde eden Avrupa, âdeta bindiği dalı kesercesine bundan vazgeçiyordu. Bu, tamâmen siyâsî bir karardı. Ekonomik olanı önceliyordu. Bunun yerine çok daha mâliyetli olan ABD'den gelen kaya gazına müşteri oldular. Tekrar soralım: Bunun ekonomik akılda bir izahı olabilir mi Beni yukarıda izah edilen ikinci tezi kabûl etmeye götüren, niyeti esas bozanın kim olduğu sorusunu o yolda cevaplamaya sevk eden en mühim gelişmelerden birisi de bu oldu.
Rusya'nın enerji ihrâcâtından gelen gelirler olmadan bu savaşı finanse etmesi mümkün değildi. Lâkin beklentiler boşa çıktı. Rusya, Hindistan ve Çin'i kullanarak gelirlerini sağlama aldı. Çin ithâlâtını arttırdı. Hindistan ise uyanıklık yaparak Rusya için büyük bir enerji cebi oldu. Rusya'dan aldığı petrol ve doğal gazı, çok daha yüksek fiyatlarla dünyâya, bu arada da Avrupa'ya sattı. Oyun bozulmuştu.
Bu arada, Avrupa'da Macaristan ve Slovakya gibi devletler ambargoya dâhil olmadı. Türkiye'den geçen Türk Akımı hattı çalışmaya devâm etti. Bize ise bir muafiyet uygulandı ve Rusya ile olan enerji alışverişlerimizi devâm ettirdik.
Trump ile Putin arasında öngörülen yakınlık her ikisinin de enerji merkezli yapılara oturan siyâsîler olmalarıydı. Trump'ı iktidâra taşıyan en büyük güç merkezi ABD'li enerji şirketleriydi. Trump elbette onların çıkarlarını önceleyecekti. Ekonomisinin ağırlığını enerji üretimi ve ihrâcâtı meydan getiren Rusya'nın lideri olan Putin ile bir akort tutturması beklenen bir hâdiseydi.

7