Bâzı masallar üzerine

ABD'nin Orta Amerikalardaki muhasarası tırmanarak devâm ediyor. ABD'nin Savunma Bakanlığı'nın ismi Savaş Bakanlığı olarak değiştirildi. Bakan Pete Hegseth, Bakanlık binâsının girişindeki tabelâyı, meydan okuyucu bir sırıtmayla bizzat kendisi çaktı. Hemen ardından Trump'ın emir vererek Venezüela'ya karşı Güney Mızrağı operasyonunu başlattığını açıkladı.

Bu görüntüleri seyrederken aklıma ilk gelen, bu haberler karşısında Nobel çevrelerinin kendilerini nasıl hissettikleri sorusu oldu. Mâlûm, 2025 Barış Ödülünü, memleketine yönelik bu operasyonu hararetle destekleyen Maria Corina Machado isimli muhalif kadın lidere vermişlerdi. Herhâlde bu haber kendilerini pek mesud etmiştir. Bâri hızlarını alamayıp bu ödülü Southcom generaline verselerdi. O zaman kara komedileri zirve yapardı. Barış Ödülü hanidir şâibeli isimlere veriliyordu. Artık bu da yetmiyor; doğrudan savaş suçlularına verilir oldu. Bu da Batı âleminin medeniyet iddialarının artık ne kadar inandırıcı olmaktan çıktığını gösteriyor. Yeri gelmişken hemen hemen ifâde edeyim. Bu memlekette hâlâ bu ödülü bir şey zanneden ve bir Türk onu aldığı zamân iftihar eden zihniyetten behemahâl kurtulmak gerekiyor. Barış Ödülü kirlenmiş olabilir; ama diğer dallardaki bâzı ödüller hakkâniyetli bir şekilde veriliyor demenin arkasına sığınmamak gerekiyor. Savaşa ve savaşçılara barış ödülü verecek derecede aklını kaybetmiş bir kuruluşun kirleri verdiği diğer ödüllere de bulaşmıştır.

Birilerinin dediği gibi dünyâda bir Batısızlaşma süreci yaşanıyor. Buruk hislerle geçmişime bakıp gülümsüyorum. Saflık devirlerimde Batı'nın da bir medeniyet dâiresini temsil ettiğini düşünürdüm. Hattâ sanat, edebiyat ve felsefelerine bakıp ona karşı büyük bir hayranlık beslediğim zamanlar olmuştu. Homeros'u, Beethoven'i, Balzac'ı, Kant'ı vermiş bir kültür dünyâsı medenî; hem de en üst seviyede medenî olmayacak da ne olacaktı. İş bununla da kalmıyordu. O medeniyetin standartlarını "keşfetmek", bugün artık ne kadar derme çatma olduğunu gördüğüm hazır kıt'a mukayeselerle bu diyârın medeniyetinden şüphelenmeyi ve onu kıymetten düşürmeyi içeriyordu. Tespitleriyle Nurullah Ataç o kadar radikal değildi. Kendi devir ve mecrâsındda Şarkî ve İslâmî Türk kültürünün ulaştığı seviyeleri takdir etmekten kendisini alıkoyamazdı. Onu radikal yapan bu tespitlerden yola çıkarak bunun devrinin geçtiğini ve unutulması gerektiğini ilân ediyordu. Yazar ve denemeci Beşir Ayvazoğlu, monografik çalışmasında bunu çok yerinde tespit eder. Ben Ataç'dan çok daha radilkalleriyle düşüp kalktım. Mevlâna'nın isminin geçtiği yerde yüzünü buruşturup, tiksintiyle bir "pislik" der gibi "O bir mistik" diyenleri bile işittim.

O günlerde Vietnam Savaşı henüz sona ermişti. Savaşın dumanları hâlâ tütüyordu. Okumalarım beni Batı'nın karanlık yüzüyle, meselâ milyonlarca insanın öldüğü umûmî savaşlarla, müstemlekecilerin Asya ve Afrika'daki katliamları ve zulûmleriyle de tanıştırıyordu. O zaman akıl hocalarım, meselâ faşizm ve nazizim gibi korkuç tecrübeler gündeme geldiğinde bunların ya bir yol kazâsı olduğunu yâhut Batı medeniyetinin iç düşmanlarının eseri olduğunu söylerlerdi. Bu afyonu yutmak kolaydı. Evet, "Batı'nın Aydınlığını" boğmak isteyen Batı düşmanlığının Batı'nın içinde de üreyebileceğini söylüyorlardı. Nasıl bu diyarlarda Batılılaşmayı istemeyen karanlıkçı (obskürantist) çevreler varsa Batı'da da öyleleri vardı. Bâzıları da bu durumu Batı'nın diyalektiğine oturtuyorlardı. Hayırlı Batı'ya karşı çalışan şer bir Batı daha mevcuttu. Bunun için formülü İlhan Selçuk ve benzerleri bulmuştu: Batılılaşacak; üstelik Batı'ya rağmen Batılılaşacaktık. Bu da hikâyeye daha epik bir boyut kazandırıyordu.

Tabiî ki T.S. Eliot gibi büyük bir şâir, Tolstoi gibi dev bir romancının nasıl olup da Batılı değerlerden tiksindiği sorusu kaynayıp gidiyordu. Heidegger gibi filozofun Nazi olmasını ne açıklayabiliyordu Nükleer silâhlanmalara yol açan buluşlarda nasıl oluyordu da, meleklere benzettiğimiz bâzı fizikçilerin adı geçiyordu

Es geçmeyeyim. O devirlerde Batı'yı topa tutan, beyni Soğuk Savaşın Amerikancı safsatalarıyla yıkanmış Türk sağcılarının aleyhteki kaba saba yazılarına da rastlanıyordu. Ama bunlar tek bir şeye yarıyordu: Batı yalanının yerleşmesine. O kadar iki yüzlüydüler ki..Şimdi görüyorum ki, karşı çıktıkları Avrupa'nın temsil ettiği Batı'ydı. Değilse maşaallah ABD'den pek râzıydılar. Aslında onlar da karşı çıktıkları Batıcılardan farklı değillerdi. Tıpkı onlar gibi düşünüyor, çorak zihinlerinde "temiz ve kirli Batı" ayırımını yapıyorlardı. Kirli Batı, ağırlığı ile zihinleri yoran köşeli Avrupâî Batı; temiz Batı ise, hafiflikleri ve esneklikleri ile insanı rahatlatan Amerikanî Batı idi. Yâni onlara göre de hayırlı ve hayırsız Batı(lı)lar vardı. Hayırlı yol tâkip edilecek ve Batı'ya rağmen Batılılaşılacaktı.