Yalnızız

Mekke'deyim. Burada olmayı hep çok severim. İnsanın anlam arayışına dair bakışıma farklı bir mevzi bu şehir. Burası, bu sorgunun tutunabileceği en güçlü habitat. Çünkü coğrafyanın çıplak taşına, tozuna sinmiş tarih, ritüelin spiral hareketi, dil, renk ve sınıf ayrımlarını incelten eşiğin gerilimi aynı yerde birleşiyor.

Antropologların "communitas" adını verdiği çıplak eşitlenme burada yalnızca bir anlık tecrübe değil, süreklilik kazanan bir varoluş biçimi. Toplumsal maskelerin ve yerleşik kategorilerin çözülmesi, insana kendi kırılganlığını ve ötekiyle kurduğu zorunlu bağın derinliğini hatırlatıyor. Çünkü insan, ötekiyle yüzleşmeden kendi hakikatini kavrayamaz. Mekke bu yüzden yalnızca bir inanç merkezi değil. Kutsalın tarihle, maneviyatın dünyevî olanla iç içe geçtiği, anlamın bütün çelişkileriyle yeniden doğduğu ontolojik bir sahne. Bugün bu duygular bana bu yazıyı yazdırıyor.

İnsanın en kadim yolculuğu, kendi varlığını anlamlandırma arayışı. Bu yolculuk kimi zaman inançla, kimi zaman felsefeyle, kimi zaman aşkla, kimi zaman da edebiyatın sessiz sayfalarında kendisine bir iz bulur. Fakat ne gariptir ki yine bu arayış, ortak bir suyun akışı gibi bizi birleştirmesi gerekirken çoğu zaman ayrışmanın gerekçesi hâline gelir. Birisi diğerine "yanlış" demeden kendi doğrusunu kuramadığını sanır. Kendi anlamını başkasının eksikliğine yaslayarak inşa etmeye çalışır.

Tarih de bunun örnekleriyle doludur. Avrupa'da yüzyıllar boyunca inanç, kilisenin mutlak otoritesine bırakıldı. Farklı bir yorum dile getirmek yalnızca teolojik bir ayrışma değil, hayatı riske atmak demekti. Engizisyon mahkemeleri "hakikati koruma" iddiasıyla düşünceyi susturdu. Giordano Bruno farklı kozmolojisi nedeniyle ateşte yakıldı. Galileo hakikatini geri çağırmak zorunda bırakıldı. İnanç, özgürleşmenin değil, kurumsal tahakkümün aracı hâline gelmişti. Yüzyıllar sonra bu kez Aydınlanma geldi ve bambaşka bir istikamet doğdu. Din, aklın önünde bir geri kalmışlık olarak damgalandı. Voltaire'in alaycı dili, Diderot'nun katı rasyonalizmi, Comte'un pozitivist düzeni kilisenin baskısını kırmak isterken başka türden bir tekelleşmeye yöneldi. Dogma yerini aklın mutlakçılığına bıraktı. Farklı olan yine dışarıda kaldı.

Bu çatışma edebiyatın en derin metinlerinde de karşımıza çıkar. Peyami Safa'nın Yalnızız romanı, yalnızca bireysel bir iç daralmayı değil, bir toplumun bütün gerilimlerini de yansıtır. Samim karakteri, Batı'nın pozitivist aklı ile Doğu'nun sezgisel bilgeliği arasında gidip gelen bir figürdür. Zihninde sürekli bir çatışma vardır: "Aklın soğuk kesinlikleri mi, yoksa kalbin sezgisel hakikati mi" Samim, başkalarını kategorilere ayıran, hayatı basit doğrular ve yanlışlar üzerinden açıklayan toplumsal alışkanlıklardan rahatsızdır fakat kendisi de aynı parçalanmışlığın içindedir. Bir yandan modernleşmenin getirdiği akılcı yönelişe ilgi duyar. Diğer yandan gelenekten beslenen maneviyatın çekiminden kurtulamaz. Onun yalnızlığı, topluma yabancılaşmasından değil. Aynı anda iki farklı dünyanın davetine cevap vermeye çalışmasından doğar.

Aşkın anlam arayışındaki trajik boyutu Tristan ve Isolde'nin hikâyesinde de görünür. Onları birbirine bağlayan iksir, kavuşmayı değil imkansızlığı getirir. Ne birlikte yaşayabilir ne de ayrılabilirler ve bu aşk, varoluşun insan ruhundaki eksikliğini açığa çıkarır. Wagner'in operasında da aynı gerilim derinleşir. Aşk, iki kişinin bağı olmaktan çıkar, sınırları aşma isteği ve aynı anda ölümle yüzleşme arzusu hâline gelir. Tristan ve Isolde, aşkın hem yüce bir arayış hem de dipsiz bir çıkmaz olduğunu hatırlatır.

Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'inde bu parçalanmayı daha keskin, hatta trajik boyutlarda görürüz. İvan ve Alyoşa arasındaki gerilim yalnızca iki kardeşin inanç farklarından dolayı değildir. İnsan ruhunun Tanrı'yı reddediş ile teslimiyet arasındaki derin çatışmasının ifadesidir. İvan, aklın sorgulayıcı keskinliğini sonuna kadar kullanır. Dünyanın acılarına, çocukların çektiği işkencelere bakarak Tanrı'ya sırtını döner. Onun reddedişi sadece teolojik bir tartışma değil. Varoluşun dayanılmaz yüküne karşı bir isyandır. Alyoşa ise saf inancıyla, merhametiyle ve teslimiyetiyle ona karşı durur. Fakat bu karşı duruş, kardeşliği bile sarsacak bir gerilim yaratır. Aynı evde, aynı kandan gelen iki insanın bile ortak bir anlamda buluşamaması, insanın bölünmüşlüğünü bütün çıplaklığıyla ortaya koyar.