Tarih kimin hikayesini yazacak

Tarihte devletlerin en büyük yanılgılarından biri siyasi rakiplerini görünmez kılmanın onları etkisizleştireceği inancıdır. İktidar, gücün tek merkezde toplandığı dönemlerde toplumdaki huzursuzluğu bir kişinin üzerine odaklayarak bastırabileceğini düşünür. Suçlama listeleri böyle zamanlarda uzar. Bir insanın üzerine ne kadar çok yük bindirilirse devletin o kadar güçleneceği sanılır.

Oysa siyasi tarih bunun tam tersini gösterir. Bir figürü hedef alarak güç devşirdiğini düşünen iktidarlar çoğu zaman o figürü sembolleştirerek kendi sınırlarını görünür hâle getirir.

Bu mekanizmanın en belirgin örneklerinden biri Antonio Gramsci'nin hapishane yıllarında ortaya çıkmıştır. Gramsci, salt muktedire karşı duran bir siyasal aktör değildi. Onu tehlikeli kılan olgu devlet ve toplum arasındaki güç ilişkisinin mahiyetini açıklama biçimiydi.

Gramsci iktidarı zor aygıtına indirgemez, ona göre rejimler gerçek hakimiyetlerini toplumun rızasını şekillendirerek kurar. Tam olarak bu fikirle birlikte "hegemonya" kavramını geliştirmiştir. Kavrama göre devlet yalnız polisle ya da yasayla değil aynı zamanda kültürle, eğitimle, dinle, basınla kısacası insanların gündelik hayatını oluşturan bütün dokularla var olur. Bu dokuların tek bir merkeze bağlandığı yerde iktidar kendini meşru ve doğal gösterir.

Gramsci'nin bu görüşü yönetimin tam kalbine dokundu. Çünkü tam olarak, rejimin güçlü görünmesini sağlayan yapının aslında bir rıza mühendisliğine yaslandığını anlatıyordu. Devletin susturmak istediği kişi bir ideolog değil iktidarın çalışma mekanizmasını çözmüş bir zihindi.

Bu yüzden mahkeme salonunda "Bu beynin çalışmasını engellemeliyiz" cümlesi kuruldu. O cümle aynı zamanda muktedirin bir düşünceden, duruştan, ihtimallerden duyduğu korkunun da ifadesiydi. Ve beklenen oldu; Gramsci artık hapisteydi.

Tutuklu olduğu dönemde baskılanacağı, etkisinin azaltılacağı düşünüldü; elbette tam tersi oldu. Hücrede tutulan notlar yıllar sonra Avrupa siyasal düşüncesinin ana kaynaklarından birine dönüştü. Mussolini'nin görünmez kılmak istediği kişi kıtanın hafızasına kazındı.

Gramsci örneği üzerinde çalışırken yaptığım okumalar beni farklı coğrafyalarda benzer kırılmaların yaşandığı örneklere götürdü. Özellikle Sovyet rejiminin en tahammülsüz olduğu seslerden biri olan fizikçi ve düşünür Andrei Saharov dikkatimi çeken isim oldu. Devlet gücünün bilimsel akıl ve etik üzerinde kurduğu baskıyı eleştirdiği için yıllarca gözetim altında tutuldu. Susturulması için denenen yöntemler düşüncesini durdurmadı. Aksine toplumun en derin vicdan hatlarını harekete geçirdi.

Ayrıca otoriterliğin farklı varyantlarını inceleyen analizlerde ortak bir sonuç daha var. Bir rejim meşruiyet kaybı yaşarken cezalandırmayı siyasetin merkezine yerleştirdiğinde, hedef aldığı kişi ya da yapıdan çok kendi yönetme kapasitesini görünür hâle getirir. Bu nedenle dünyada pek çok örnekte baskı altına alınan figürler bireysel güçleriyle değil, cezalandırılma biçimlerinin adaletsizliğiyle geniş bir toplumsal tepkinin odak noktasına dönüşmüştür. Ortak sonuç şudur. Meşruiyet zemini zayıf olduğunda ceza muhalifi çökertmez. Cezayı veren gücün hikâyesini görünür kılar.

Bugün Türkiye'de yaşanan sürecin bu tarihsel örüntüden bütünüyle ayrı durduğu söylenemez. Ekrem İmamoğlu'nun ve onunla çalışan ekibin uzun süredir hedef alınması rekabetin olağan sertliğini aşan bir tablo oluşturuyor. Suçlamaların sıklığı ve çeşitliliği hukuki bir değerlendirmeden çok siyasal bir kaygının işareti olarak okunuyor. Bir figürü siyaset sahnesinden silmek için kullanılan yöntemler çoğaldıkça, toplumun algısı kişiden uzaklaşarak yönteme odaklanır.