Rakibiyle yüzleşmeyen yenilmeye mahkumdur

Türkiye bugün yalnızca siyasal krizlerden geçen bir ülke değil. Bu ülke kendi hafızasıyla ve korkularıyla hesaplaşmak zorunda olduğu bir eşiğin üzerinde duruyor. Yıllar boyunca siyasetin merkezine yerleşen kavramların ağırlığı azaldı. Düşünceyi taşıması gereken siyasal akıl yerini giderek daha çok tepkiselliğe bıraktı. İlke değeri taşıması gereken tutumlar taktik manevraların gölgesinde eridi. Adalet arayışı da güven veren bir istikametten çıkıp duygusal savrulmaların arasında kayboldu. Siyaset kendi gürültüsünün içinde yolunu yitirirken toplum bu gürültünün arasından hakikatin sesine benzeyen bir söz duyamadığı için yorgun ve kırılgan bir bekleyişin içine girdi.

Milliyetçiliğin bu topraklarda kazandığı ağırlık tam da bu kırılgan hafızanın içinden yükseldi. Osmanlı'nın çözülüş döneminin kayıpları, Balkan göçlerinin açtığı yaralar, Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan kimlik sıkışmaları ve devletin sert modernleşme hattı, milliyetçiliği bir duygudan çok devleti yeniden tahkim eden bir refleks haline getirdi. Zamanla bu refleks doğallığını yitirdi ve siyasetin elinde ideolojik bir malzemeye dönüştü. Siyaset bu malzemeyi kimi zaman varoluşsal bir savunma hattı, kimi zaman güvenliğin meşruiyet zemini, kimi zaman da seçim konsolidasyonunun en kolay anahtarı olarak kullandı. Böylece milliyetçilik, tarihsel köklerinin taşıdığı ağırlıktan koparak siyasetin geçişlerini gizleyen bir örtüye dönüştü. Bu örtünün arkasında devletin korkuları, toplumun belirsizlikleri ve siyaset sınıfının hesapları birbirine karıştı.

Bu tarihsel fon, milliyetçiliği devletin güvenlik aklının merkezine yerleştirdi. Ulusal refleksleri tek bir düşman algısında toplayan bu düzen, uzun yıllar boyunca ülkenin siyasal hafızasını da dar bir hatta sabitledi. Devletin güvenlik politikaları, toplumun duygusal hafızası ve siyasal stratejiler uzun süre aynı merkez etrafında döndü. Seçimlerin dili, kamusal reflekslerin biçimi ve tehdit söyleminin yoğunluğu bu hattın ürettiği gerilimle şekillendi. Bu nedenle milliyetçilik, devleti ayakta tutan bir duygu olmaktan çok siyaseti hizaya sokan bir komuta çizgisine dönüştü.

Bugün ise aynı hat bambaşka bir müphemlikle çevrili. Adına açıkça "süreç" denilmeyen fakat fiilen bir sürecin yürüdüğü bir dönemden geçiyoruz. Resmî açıklamalar hiçbir şeyi açıklamıyor. Güvenlik söylemi yerini kontrollü bir suskunluk alanına bırakıyor. Devlet aklı kendi içinde farklı yönlere savruldukça toplum bu savrulmanın adını koyamıyor. Siyaset bu ara bölgeyi kullanıyor fakat sahiplenemiyor. Devlet bu ara bölgeyi yönetiyor ancak izah edemiyor.

Milliyetçiliğin yıllar boyunca sağladığı geniş mobilizasyon da bu belirsizlik içinde aşınıyor. Aşınmanın nedeni duygunun kendisi değil, duygunun siyasal ihtiyaçlara göre esnetilmesi. Dün en keskin ifadelerle dile getirilen bir tutum bugün diplomatik bir ihtimalin doğal uzantısı gibi sunuluyor. Geçmişte toplumda büyük kırılmalara yol açacak ihtimaller artık siyasal figürler tarafından sessizlikle geçiştiriliyor. Bu sessizliğin en çarpıcı göründüğü yer ise iktidarın aynı anda iki zıt tutumu yürütmeye çalıştığı noktada beliriyor. Devlet aklının İmralı hattında kapalı kapılar ardında yeni olasılıkları tartıştığı bir dönemde, aynı siyasal sahnede bir cumhurbaşkanı adayının tutuklu yargılanması meşruiyetin nerede çözüldüğünü gösteriyor. Müzakere ihtimalini zımnen dolaşıma sokarken milyonlarca insanın oy verdiği bir ismi yargı eliyle devre dışı bırakmak aynı siyasal korkunun iki yüzü. Rakibiyle yüzleşmek yerine rakibi etkisizleştirmeyi seçen her düzen, kendi yenilgisine doğru yürür.