Nobranlığın yurdunda "gök kubbemiz"

Son yıllarda dikkatimi en çok çeken şey, siyasal İslamcı kültürün içinde giderek daha da kökleşen bir hoyratlık hali…

Bizde dindarlık çoğu zaman bir ritüel muhasebesine indirgenmiştir: kaç rekât kılındı, kaç gün oruç tutuldu, hangi lokma haramdı, hangisi helaldi. Oysa bu muhasebenin kenarında duran en temel şey, yani incelik, adalet, merhamet, çoğu kez hesaba bile katılmaz. Böyle olunca da dindarlık, kalbin derinliğinden değil de dış kabuğun gürültüsünden okunur. Gürültünün kendisi "samimiyet" diye sunulurken, hoyratlığın yenilenmiş adı da "doğallık" oluverir.

Bu hoyratlığın kökeninde daraltılmış din anlayışından çok daha fazlası var; moderniteye karşı geliştirilen reaksiyoner bir ruh hali de işin içinde. Görgü ve nezaket, bu topraklarda çoğu kez "Batı icadı" ya da "elitlerin oyuncağı" denerek küçümsendi. Böylece kaba davranış, "biz samimiyiz, onlar yapmacık" retoriğiyle meşrulaştırıldı.

En keskin biçimde sosyal medyada görülen bu hoyratlık, özellikle kadınlara yöneldiğinde daha da pervasızlaşıyor. Kadınların fikir beyan etmesi, itiraz etmesi ya da sadece görünür olması bile çoğu kez ağır saldırılarla karşılanıyor. Erkekler arası tartışmalarda dahi korunan sınırlar, iş kadına gelince bir anda, kolayca yok oluyor.

Kaba söz, sert bakış, hoyrat muamele bir otorite göstergesi değil de bilakis bir ibadet etme biçemi sanki. Bu çarpık denklemde erkek, kendi tahakkümünü Allah adına konuşma yetkisiyle donatıyor, din de buyurganlığının kılıfına indirgeniyor. Sonuçta ortaya nur topu gibi bir "patriarkal iktidarın dinî motiflerle yeniden üretilmiş hali" sunumu çıkıyor. Yeni nesil kabalık influensi diyeyim siz anlayın.

Bütün bu söylediklerimi kesin bir yargı gibi değil, bizzat yaşadığım tecrübelerin tortusu olarak dile getiriyorum. En çarpıcı olanı, "Ayasofya neden çorap koktu" başlıklı yazımdan sonra yaşananlar... Bir anda dinsiz ilan edildim, kutsala saldırmakla suçlandım, en ağır hakaretlere muhatap oldum. Oysa o öfkenin kaynağı dinin kendisi değil, ecdat üzerinden inşa edilmiş bir mitoloji, hamasete dönüşmüş bir kimlikti. Bugün yapılan müdahaleler, o yazının ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Bu tablo bana şunu gösterdi: din adına konuşurken sergilenen o mutlak eminlik, aslında cehaletin en gürültülü tezahürüydü.

Nezaket eksikliğinin bir başka yüzü, sanat ve kültürel miras karşısında da kendini gösteriyor. Ecdat söyleminin en yüksek perdeden dillendirildiği yerde, somut mirasın hoyratça tüketildiğine şahit oluyoruz. Saliha Sultan'ın Selimiye Camii'nin kubbesine dair gündeme getirdiği skandal haber bunun en çarpıcı örneği. Mimar Sinan'ın ustalık eseri, üç kez Bilim Kurulu tarafından reddedilen ama bürokratik tazyikle Yüksek Kurul'dan onaylatıldığı iddia edilen bir "korsan proje"ye teslim ediliyor. Kubbenin kazınmaya başlandığına dair görüntüler, yalnızca bir restorasyon hatası değil, düpedüz bir cinayet. Çünkü zımpara işlemi yalnızca yüzeyi silmekle kalmıyor, önceki bütün izleri, hattatın el emeğini, nakkaşın nefesini, Sinan'ın hayalini de ortadan kaldırıyor.

Oysa biliriz ki Tanpınar'ın hususen Beş Şehir'de altını çizdiği gibi kubbeler yalnızca taş ve harçla örülmüş yapılar değildir. Onlar geçmişin hatırasını bugüne taşıyan zaman mekânlarıdır. Bir milletin gökyüzüne bakışını, Tanrı'yla kurduğu ilişkiyi, estetik idrakini ve ibadetinin yüceliğini temsil eder. Fakat bugün nobranlığın yurdunda gök kubbemiz sessizce yaralanıyor. Selimiye'nin kubbesine yapılan müdahale ve zımparayla silinen desenler aslında Sinan medeniyetinin kalbine saplanan bir hançerdir. Kubbeyi hatıradan kopardığınızda geriye yalnızca çıplak bir taş yığını kalır. Ayasofya'da gördüğümüz gibi mabedin ruhunu değil yalnızca kabuğunu yaşatmaya çalışan bir nobranlık hâkim olur.

Floransa'daki Santa Maria del Fiore'nin kubbesi, yüzyılları aşan temizlik ve konservasyon teknikleriyle korunuyor çünkü orada kubbe sadece taş değil, insanlığın estetik idrakinin sembolü. Bizde de güzel örnekler yok değil: Süleymaniye Camii'nin 2007-2010 arasındaki restorasyonu, özgün malzemelerle ve titizlikle yapılmış, yapının ruhuna sadık kalınmıştı. Yani özen gösterildiğinde bu topraklarda da incelikle korumak mümkündü, buna şahitliğimiz var. Tüm bu örneklere rağmen Ayasofya'nın kapısının kemirilmesi, Selimiye'nin kubbesine zımpara yapılması sıradanlaşabiliyor.