Türkiye siyasetinin son döneminde yaşanan gaflar artık münferit bir hata olarak görülemez; neredeyse bir yönetim tarzına dönüşmüş durumda. Hakan Fidan'ın KAAN açıklamalarındaki muğlaklıklar, uçağa binen gazetecilerin önceden hazırlanmış sorularla donatılması, hemen her gün karşımıza çıkan yeni skandallar… İletişim Başkanlığı'nın başındaki isim değişmiş olsa da yaşanan her kriz sanki onun hayaletinin hâlâ sahnede dolaştığını hissettiriyor. Çünkü mesele tek bir kişiden ibaret değil. İşin ehli olmayan ama "güvenilir" sayıldığı için makam verilenlerin oluşturduğu siyasal zihniyetin kendisi.
Sadakati öncelemek, bir noktadan sonra kurumsal körlük yaratıyor. Devleti omuzlaması gereken insanlar, sorumluluk bilinciyle değil itaat sınavıyla seçiliyor. Yetkin olmayan, vasatlıkla malûl kadrolar yalnızca gücün gölgesinde varlıklarını sürdürüyor. Onların en büyük marifeti, bağımsız düşünmek değil, talimatı harfiyen yerine getirmek. Oysa bu kör itaat, eninde sonunda efendilerini de tökezletiyor.
Yakın tarihin sayısız örneği bu gerçeği teyit ediyor. Sovyetler Birliği'nin son yıllarında "nomenklatura" sistemi sadakatle yükselen ama yönetme kapasitesi olmayan bir bürokrasi doğurdu. Parti içindeki bu kör bağlılık mekanizması, en küçük krizde devasa bir yapının çöküşünü hızlandırdı. Saddam Hüseyin'in Irak'ında, lidere bağlılığını ispatlayan kadrolar savaş felaketlerini önleyemedi, aksine her hatada onu daha da derin bataklıklara sürükledi.
Latin Amerika'nın askeri rejimlerinde de aynı zaaf görüldü. Dar çevrelere sıkışmış, lidere biat eden fakat topluma kör kadrolar, ekonomik krizlerle beraber iktidarları hızla çökertti. Türkiye'nin yakın tarihinde ise 28 Şubat sürecinin generalleri de kendi ağırlıkları altında çöken bir vesayet düzeninin sembolü oldular. Bugün yaşanan tablo, işte bu tarihsel zincirin bambaşka bir halkası olma yolunda: Görünürde mutlak kontrolün sağlandığı bir sahne var fakat iş bilmezliğin açtığı gedikler iktidarın güvenilirliğini her gün biraz daha kemiriyor.
Oysa eskiden tablo farklıydı. Herkesin sorusuna yürekle cevap veren, basının karşısına hazır metinlerle değil özgüvenle çıkan bir siyaset dili vardı. Demirel'in gazetecilere saatlerce süren basın toplantılarında sorulara doğrudan yanıt verdiği günleri hatırlayalım. Özal'ın zaman zaman köşeli, zaman zaman esprili cevapları kamuoyunu kızdırsa da en azından irtibatın yapay değil canlı olduğunu gösterirdi. Bu cesaret, karşısındakini susturmak yerine, onun sorusu üzerinden kendini savunma ve güçlendirme çabasından doğuyordu. İktidarın özgüveni sözü denetlemekten değil, sözü göğüslemekten besleniyordu. Bugünkü iktidar da siyaset sahnesine çıktığında bu damar üzerinden güç kazanmıştı. "Herkese kafa tutan" bir lider imajı kitlelerin gözünde ayrı bir meşruiyet sağladı zira istediğimiz buydu. Gazetecilerin zor sorularına cevap vermek, rakiplerinin en sert eleştirilerini meydanlarda göğüslemek, iktidarı pekiştirmenin en etkili aracına dönüşmüştü. Çünkü meydan okuma cesareti, söylemin doğal akışından besleniyor, yapay bir kurgunun değil, doğrudan bir özgüvenin tezahürü oluyordu. Bugün aynı siyasal aktör ne yazık ki artık o cesareti temsil etmiyor, soruların önceden dağıtıldığı, cevapların titizlikle yazıldığı bir sahnede, eskiden bizzat kendisinin yıktığı o sahte düzeni yeniden kuruyor.
Konuşma özgürlüğünün yerine senaryolaştırılmış diyaloglar, gerçek gazeteciliğin yerine "güvenli" figüranlar var tayyarede. Bu zedeleyici bir görüntü, en çok da kendileri için fakat farkında değiller. KAAN açıklamalarının acemiliği de bunun en net tezahürü. Devletin en stratejik projeleri, basit bir iletişim gafıyla itibarsızlaşıyor. Bir ülkenin savunma stratejisi, amatörce kurulmuş bir cümlenin gölgesinde sallanır hale geliyor. Asıl trajedi ise şuradadır. İş bilmeyenlerin elinde en güçlü iktidar bile sürekli yara alır.