Roma'nın taşlarında yürürken insan, zamanı değil, zamanın üzerinde kalmış kararlılığı hissediyor. Kolezyum'un gölgesi kente düşerken taşın nasıl bir belleğe dönüştüğünü anlıyorsun. Yaklaşık iki bin yıldır ayakta duran bu dev arena, Roma'nın yalnızca bir imparatorluk değil, aynı zamanda temsil düzeni kurduğunun en güçlü hatırlatıcısı. Gücün yalnızca savaşla değil, biçimle, taşla ve gösteriyle kurulduğu bir medeniyet bu.
Kolezyum'un ardında uzanan Forum Romanum, yani imparatorluğun kalbi, bu bilincin merkezinde duruyor. Her zafer takı, her sütun, her kemer Roma'nın dünyaya "ben buradayım" diyen sesi gibi hâlâ duyuluyor. Titus Kemeri'nden Konstantin Kemeri'ne kadar her anıt, yalnızca bir mimari deha örneği olarak değil, aynı zamanda bir ideolojik beyan olarak tasarlanmıştı. Roma başkent haline gelirken gücünü yalnız ordularından değil, taşın diliyle kurduğu temsilden aldı. Roma'nın kudreti kılıçla değil, mimarinin düzeniyle konuştu; bu yüzden yapılan her yapı, hükmetmenin olduğu kadar kalıcılığın da sembolü haline geldi.
Bu şehre armağan edilmiş her sanat eseri bir sürekliliği temsil ediyor. Kolezyum yıkılmadı çünkü Roma, kendi yıkıntısına bile sahip çıkmayı güç biçimine dönüştürdü. Roma'nın bu topraklara verdiği en büyük miras tam da burada: hükmettiği kadar koruyan, inşa ettiği kadar hatırlayan bir medeniyet bilinci.
Bu hissin en yoğun biçimi elbette Vatikan'da hissediliyor. İçerisine girdiğinde dinin sanata nasıl kol kanat gerdiğini, hamiliğin yalnızca sermaye aktarmak olmadığını, sadece ülkeye değil insanlığa dair bir estetik vicdanını kurmak anlamına geldiğini anlıyorsun. Bernini'nin kolonadlarında yürürken kollarını açan bir mimarlığın, estetik ve iktidar arasında yaptığı tercihi hissediyorsun.
Dünyanın belki de en önemli sanat mekanı olan Sistine Şapeli'nin kapısında kalabalık bir uğultu, içeride başını tavana doğru çevirmiş sayısız insanla temaşa halindesin. Tavanın merkezinde Tanrı'nın parmağıyla Âdem'in parmağı arasındaki boşluk, bir temas eksikliğinden çok insanın varoluş sınırını anlatıyor. Michelangelo o aralığı muhakkak bilerek bırakmıştı; Tanrı'nın insanın özgür iradesine açtığı o alanı göstermek için…
Vahyin ve sezginin, ilahi olanla beşerî olanın aynı mekânda buluştuğu o dengede, Michelangelo'nun çağının çok ötesine geçen düşünsel cüreti hissediliyor. Kapı karşısında yer alan Kıyamet Günü freski Tanrı'nın yargısından çok insanın kendi iç hesaplaşmasını resmediyor. Figürler göğe yükselmiyor da sanki kendi günahlarının ağırlıklarıyla dünyaya geri düşüyor. Çünkü kurtuluş, hareketin değil fark etmenin sonucudur.
Rönesans'ın açtığı bu pencereden bakınca korumanın teknik bir faaliyet olmaktan çok, bilinç olduğunu görmek kolaylaşıyor. Ülkenin sanat hamisi Medici ailesinin bankerlikten doğan gücü yalnızca hazinelere değil, eserin kaderine de müdahil olmuştu. Servet, Roma ve Floransa'da anlamını çoğaltmak için bir araca dönüştü. Kiliselerdeki tablolara, meydanlardaki heykellere, korunan mirasa bakınca anlaşılıyor ki sanat, zenginliğin bahçesine saklanmadı, kamusal alanın diline çevrildi…
Bizde banker hikâyeleri çoğu zaman bir yağmanın, ihalelerin, tebaasını zenginleştirmenin tarihi olmuşken İtalya'da estetik bir mirasın örgüsüne dönüşmüş. Şehirde adımladığınız her an zaman şunu fark ediyorsunuz: farkı yaratan para değil, paranın nereye, nasıl, ne şekilde harcandığı…
Vatikan'ın modern sanat galerisine girdiğinizde de bu sürekliliğin başka bir kanaldan konuştuğunu da görüyorsunuz. Henri Matisse'in fovist renkleri dinî temayı bir an için soyut bir ışığa dönüştürmüş ve o meşhur sarı rengi burada bir teolojik iddia değil, Tanrı'ya yönelen iç ışımanın rengi.
Dali'nin dinsel imgelerle kurduğu beklenmedik ilişki ise modernliğin kendi iç kırılganlığına açılan bir pencere. Çarmıhı perspektifin üstüne yerleştiriyor, Hz. Meryem'in bedenini sürreal bir boşluğa asıyor... Hasılı gelenek Vatikan'da kapılarını kapatmamış, yeni üsluplarla tartışarak kendini diri tutmayı başarmış. Bu tavır, sanatı dogmaya ilhak etmek değil, dogmanın kalbini sanatla sınamak gibi.
Tren Napoli'ye yaklaşırken manzara değişiyor. Yamaçlarda sıvası dökülmüş cepheler, balkonlardan sarkan çamaşırlar, duvarlarda solmuş yazılar, hırpani apartmanlar… Fakat bu eskilikte bir estetik var, hayatın kendi ritmine saygı duyan bir anlayış. Şehir mükemmellik aramıyor, dürüstlüğü tercih ediyor. Kaldırımlar bozuk, fakat sokakların kendi iç ahengi bozulmamış. Dükkânlar eski olsa da eskinin kokusu bir utanç üretmiyor, kök duygusu uyandırıyor. Yoksulluk burada makyajla örtülmüyor, nesnelerin yüzeyinde dolaşan bir açıklık haline geliyor.