Gösteriş Çağında Direnişin Ahlakı

Sumud Arapça'da "sebat etmek, yerinden kıpırdamadan direnmek" anlamına geliyor. Filistin halkının yarım yüzyılı aşan varlık mücadelesi şimdilderde en çok bu kelimenin içinde yaşıyor. Sumud yerinden edilse de toprağından vazgeçmemek, yıkılsa da yeniden ayağa kalkmak demek. Zaferin yerine sabrı, öfkenin yerine onuru koyan bir dil bu. Bir annenin yıkılmış evinin önüne yeniden zeytin fidanı dikmesi, bir çocuğun sığınağın karanlığında defterini açması, bir yaşlının bombalanmış mahallesinde hâlâ ezan vaktini beklemesi… Sumud bir direniş değil, bir ahlak biçimi. Dünyayı sarsan da tam olarak bu, sessizliğin içindeki vakar.

Bu yıl denizlere açılan Sumud Filosu bu bilincin çağdaş yankısı. Dünyanın farklı yerlerinden gelen vicdan sahipleri, Gazze ablukasını delmek ve oradaki insani felaketi görünür kılmak için yola çıktı. Gemilerinde en çok inanç vardı: insanlığın hâlâ utanabilme ihtimali...

Aralarında Nelson Mandela'nın torunu Mandla Mandela da vardı. Dedesinin Robben Adası'nda taş kırarken öğrendiği şey, özgürlüğün sabırla da kazanılabileceği gerçeğiydi. "Gerçek cesaret, korkunun yokluğu değil, ona rağmen devam edebilme gücüdür" sözünün tesiri filodaki insanların da ruhunda sürüyordu. Mandla Mandela ve filo, gücün ve şiddetin diline alışmış, kanıksamış bir dünyaya direnişin bir vakar biçimi olabileceğini hatırlatıyordu.

Greta Thunberg'in de öfkesi süslenmemiş, sözü sadeydi. Görünmek için değil, göstermek için konuşanlardan oldu. Deport edildiği andan itibaren hakikatin dilini vicdanın içinden kurdu ve İsrail'in işlediği zulmü adını gizlemeden söyledi. Bizlere şunu hatırlattı; "Genç bir kadının dahi devletlerin sessizliğini bozabileceğini…" Samimiyetin dahi stratejiye dönüştüğü bir çağda onun berrak öfkesi, insanlığın hâlâ sahici kalabileceğini gösterdi.

Ama bizler, kimi isimler eşliğinde direnişin vakarından çok, gösterisini görmeye başladık. Oysa o filoda bizden de çok isim vardı; cesur, inançlı, korkusuz insanlar… Kimileri hâlâ dönmedi, kimileri gözaltında tutuluyor, kimileri de kendi hikâyesinin konunun önüne geçmesinden çekinerek sessiz ama anlamlı bir tanıklıkla ilerliyor.

Fakat bu yazıyı yazmaya da müsebbip olan bazıları, yurda döner dönmez sanki Gazze özgürlüğe kavuşmuş gibi gülümsüyor. Yüzlerinde direnişin yorgunluğu değil, sahne ışığının parıltısı var. Samimiyetlerini asla sorgulayamayız ancak içtenliğin parodiye kurban edildiğini keşke kendileri de fark etmiş olsalar. Konuşuyorlar, anlatıyorlar, kahkaha atıyorlar. Anlattıkları bir tanıklıktan çok, prova edilmiş bir performansa evriliyor.. Direnişin dili sükûnetken, onlarınki alkışa dönmüş durumda. Kimi kendi cesaretini överken, kimi kameraya bakmayı unutmuyor.

Gazze hâlâ yanıyor. Yaşadıklarını ruhsuz bir mizaha dönüştürmeleri hakikati ve vicdanı aynı anda incitiyor. İsrail'le yürüyen ticarete sessiz kalan, zulmün ekonomisini sorgulamaktan kaçınanlar için bu yapılanlar, bir zamanlar megafonlarla yaptıkları boykot çağrılarını hatırlatıyor… Acı ama gerçek.

Aslında bu sahne birkaç kişinin taşkınlığından ibaret değil, çağın ruhuna sinmiş bir varoluş biçimini açığa çıkarıyor. Biçim içeriğin önüne geçtikçe anlam, bir süs eşyasına ve söylenen her şey, bir düşüncenin değil imajın taşıyıcısına dönüşüyor. İnsan, inandığı şeyi yaşamak yerine görünür kılmayı seçiyor. Her söz bir mizansenin parçası, her jest bir stratejinin parıltısı haline geliyor. Duygular estetik jestlerin o ruhsuz zarafetine, acılar ise anlatılabilir, izlenebilir bir sahneye indirgeniyor. Böylece en sahici duygular dahi artık güven uyandırmıyor, samimiyetin kendisi kurgu ihtimaliyle lekeleniyor. Gösterinin kuşattığı bu estetikleşme hali, insanın anlamla gerçekle kurduğu bağı zayıflatıyor.

Uzun süredir süren bu yüzeysellik, insanın yalnız hissetme değil iman etme yetisini de aşındıran o görünmez yerden sızarak, kalbin derinliğine temas eden her şeyi temsile, her temsili de tüketime dönüştürüyor. Böylece acı artık sarsmıyor, iyilik kalbe nüfuz etmiyor, çünkü sağlam olan hangi duygu varsa bir bakışın önüne seriliyor, hiçbir şey içte yankılanmıyor. Görmek, hissetmenin yerini aldığı anda hakikat bir tecrübe olmaktan çıkıyor ve hızla tüketilen bir imgeye dönüşüyor. Işık parlamayı sürdürüyor, ısıtmıyor, ses yankılanıyor fakat anlamı taşımıyor, insan ise kendi iç âleminin derinliğini kaybederek dış dünyanın yüzeyinde gezinmeye başlıyor.