Demokratik siyaset, özü itibarıyla açıklık ve şeffaflık üzerine kurulur. Yönetenlerin aldığı kararları toplumun bilgi alanına taşıması bir idari zorunluluktan ziyade yasal meşruiyetin en temel koşuludur.
Sandık iktidarı verir fakat iktidarın korunması, yönetilenlerin bilme hakkına gösterilen saygıyla mümkündür. Bir toplum ancak kararların nasıl ve hangi saikle alındığını anladığında siyasal alana -gerçek anlamda- katılır. Aksi durumda siyaset ile toplum arasındaki bağ önce zayıflar sonra da büsbütün kopma eğilimine girer.
Bugün Türkiye'de bu ilke giderek bulanıklaşıyor ve şeffaflığın yerini, literatürde "opaque governance" olarak tanımlanan yeni bir yönetim tarzı alıyor. Bu modelde açıklık yerine kapalılık esastır. Alınan kararların görünür kısmı toplumla paylaşılır fakat gerekçeleri paylaşılmaz ve yön değişikliklerinin izah edilmesi beklenmez. Açıklama talebi yerini sadakat beklentisine bırakır. Böylece siyasal alanın ruhu şeffaflıktan değil belirsizlikten beslenir. Bu belirsizlik yönetme kapasitesinin kapatma refleksinin göstergesi haline gelmesidir ve haliyle zaman içerisinde siyasetin meşruiyet damarlarını aşındırır.
Geçtiğimiz günlerde yayımladığım "Tarih Kimin Hikâyesini Yazacak" başlıklı yazıda Gramsci'nin hegemonya kavramına değinmiş ve iktidarın yalnız zor aygıtıyla değil toplumun gündelik hayatına nüfuz eden kültürel dokularla meşruiyet kurduğunu anlatmıştım. Bugün hegemonik düzenin nasıl çatladığını ve rızanın artık iknadan çok meraksızlıktan beslendiği bir siyasal kültüre dönüşmesini yazıyorum. Zira rızanın gönüllü olduğu dönemler geride kaldı. Artık rıza, toplumun açıklama talebinden vazgeçmek zorunda bırakıldığı bir edilgenlik halinin fotoğrafıdır.
En vahim olan hal, bu kapalılık halinin büyüdükçe iktidarın da kendi hakikat algısını da kaybetmesidir. Zira izahın olmadığı yerde güven de azalıyor, güven azaldıkça her karar daha yüksek bir gürültüyle duyurulmak zorunda kalıyor. Meşruiyet açıklamayla değil şok etkisiyle sağlanmaya çalışıldığında iktidarın dayanıklılığı da eriyor.
Toplumun merakını bastırmak için kullanılan yöntemler yönetimin meşruiyet alanını daraltıyor ve siyasal gücün altındaki boşluk daha görünür hale geliyor. Bu kapanma hali kısa vadede kontrolü artırıyor gibi görünse de uzun vadede iktidarın kendini görme kapasitesini aşındıran bir körleşmeye dönüşmüş durumda. Körleşen her iktidar dairesi içinde sıkışır ve toplumla bağ kurduğu bütün kanalları yavaş yavaş yitirir. Öyle de oluyor.
Bu körleşmeyi ani yön değişikliklerinde en yalın haliyle görüyoruz. Dün keskin bir hatla çizilen sınırlar ertesi gün hiçbir açıklama yapılmadan tamamen farklı bir pozisyona evrilebiliyor. Normal siyasal işleyişte izah gerektiren bu dönüş bugün açıklama talep edilmeyen bir refleksmiş gibi sunuluyor. Bu izahtan vareste dönüşleri "siyasi salınım" olarak adlandırmak mümkün. Siyasi salınım kişisel tutum değişikliğinin ötesinde, siyasetin toplumdan koptuğu ve kendi içine kapandığı yapısal bir davranış biçimine dönüşüyor.
Bugünlerde bu tabloyu en çarpıcı biçimde ortaya koyan örnek, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in gözlemiydi. Özel, Devlet Bahçeli'nin İmralı söylemleri hakkında "İp attığında da alkışlıyorlar, adaya ben gideceğim dediğinde de alkışlıyorlar" diyerek tutarlılığın değil yönelimin alkışlandığı siyasetin ruh halini en öz biçimiyle anlattı.
Bu manzara bir muhalefet lideri ve onun hitap ettiği kesime özgü bir algı olarak görülemez çünkü bütün siyasal alanın içine yerleşmiş kültürel atmosferi açığa çıkarıyor. Alkış bir fikrin doğrulanması, takdirle karşılanması edimini çoktan aşmış, açıklanmayan yönelişlere eşlik eden otomatik bir hareket olmuş. Siyasetin merkezinde fikrin kendisinden çok izaha ihtiyaç duymayan bir yön değişikliği tablonun ta kendisi.

4